07.02.2013 - 20:17 | Son Güncellenme:
Röportaj: Gizem Ünsalan Seda Pekçelen
* Adam Ainger’le kariyerinize sinemacı olarak başladınız. Güney Londra’da terk edilmiş bir bankada çalışmalarınızı sürdürürken, pek çok bağımsız kısa film çektiniz, film festivalleri arasında mekik dokudunuz. Müziğe yoğunlaşmanıza ve bir albüm kaydetmenize vesile olan neydi? Gerçekten kendiliğinden oldu. Londra’da film festivallerine katılmak ve filmlerinizi göstermek epey zor. Festivallerde gösterilen birkaç kısa filmimiz vardı. Aklımıza bu filmler için canlı canlı bir soundtrack çalmak geldi. Böylece bir grup olarak festivallere katılabilir ve filmlerimizi bu şekilde gösterebilirdik. Ya videosunu çekebileceğimiz parçalarımız olacaktı ya da üzerine müzik eklediğimiz bir filmimiz... Anlayacağınız her şey şans eseri oldu. İşler ilerleyince de bu şekilde çalışmaya devam ettik.
* Yani hâlâ sinemacılık da var kanınızda...En son Londra Kısa Film Festivali kapsamında çaldık. 10 kısa
filmimize soundtrack yaptık. Daha önce bir yaylı dörtlüsüyle prova yapmamıştık hiç, muhteşemdi. Tabii ki yapılacak çok iş vardı ama daha önce göstermediğimiz bir filmdi. Bir sonraki gösterimi İstanbul’da olacak. Filmlerimizi ve parçalarımızı farklı ülkelere götürebilmek enteresan bir deneyim. San Francisco’daki insanların beğenileri, Berlin’deki seyircilerin beğenisiyle örtüşmüyor örneğin. İnsanların işlerimizi nasıl yorumladığını görmek heyecan verici.
* Canlı performanslarınızda her parçanıza ait ayrı bir kısa film var ve bu filmler bir VJ tarafından canlı olarak kurgulanıyor...Bence artık internet yüzünden farklı platformları birbirinden ayırmak giderek zorlaşıyor. Film artık sadece sinemada izlediğiniz bir şey değil, müzik de sadece konserlerde dinlediğiniz bir şey değil. O nedenle bence müzisyenlerin artık farklı sanat dallarına kucak açması doğal. Bir parçayla anlatabileceğiniz bir dolu hikaye var, ama bazen bir filmle akorlara ve sözlere ihtiyacınız kalmayabiliyor.
* Çaldığınız şehirlerde ‘field recording’ler yaptığınızı ve daha sonra bu kayıtları konserlerde kullandığınızı duyduk. Londra’da şehre ait seslerden kaçmak mümkün değil. Albümü kaydettiğimiz dönemde steril bir sound elde etmemiz imkansızdı. Özellikle isyanlardan sonra arka planda bir siren sesi olmadan kayıt yapamıyorduk... Bazen bir odanın sound’u ideal olmayabiliyor ve ekolar kendi hikayesini oluşturuyor. Albümde, insanın kendini her yerde evinde hissettiği, çünkü aslında her yerde yabancı olduğu hakkında bir parça var. Bu parçada Brüksel’in Fas bölgesindeyken kaydettiğimiz bazı sesler var: Sokağın bir ucunda hardcore rap dinleyen çocuklar, diğer taraftaysa camiden gelen ezan sesi... Bu harman enteresan. Çünkü Belçika Avrupa’nın merkezi ama bir yandan da karmaşık bir tarihe sahip. Büyüleyici olan, fikirlerin ve seslerin birleşimi sonucunda oluşan atmosfer.
* Gruba Andre Breton’un adını vermenizin sebebi neydi?Biz kolektifiz ve farklı sanat formlarını bir araya getiriyoruz. Farklı şeylere odaklanabiliyor olma fikri, insanı kendini ifade etme konusunda daha kontrollü kılıyor -sadece bir ressam veya şair olmaya kıyasla-. Bir de tabii ‘otomatik yazı’ olayı var. Hayal gücümüz, bir şeylere konsantre olmadığımız zamanlarda daha kuvvetli. “Bu şarkı şunu anlatıyor; şu, bu anlama geliyor” demek zorunda değilsiniz.
* ‘Other People’s Problems’ta yaylılar ve nefesliler için sizinle aynı plak şirketinde olan Hauschka’yla çalıştınız. Kendisinin kayıtlarını bir hayli kesip biçtiğiniz ve hip hop beat’leriyle harmanladığınız malum. Çıkan sonuçtan memnun mu kaldı mı?Bayıldı! Ne zaman yolumuz Almanya’ya düşse onu ziyaret ediyoruz, kısa bir süre önce oradaydık zaten. Kayıtlarının etkisini çok farklı bir şekilde artırdığımızı söyledi. Gelecekte birlikte çalışmaya devam edeceğiz.
* İstanbul konseriniz için heyecanlı mısınız?İlk turnemizde İtalya’da çalmıştık. Yanımızda turne konusunda deneyimli tipler de vardı, onlara nereleri gezmemiz gerektiğini sorduk. “New York ve Berlin” demediler. İstanbul’da bir konser verdiklerini ve hayatlarının en muhteşem deneyimlerinden birini yaşadıklarını söylediler. Herkes onlara çok iyi davranmış, izleyici de müzikleriyle hayli ilgiliymiş. Bizim gibi, katmanlı ve fikirlerle dolu bir albüme sahip bir grubun tam da istediği şey meraklı ve zeki bir izleyici kitlesi.
Breton’u kaçırmamak için 5 neden
1- Albümleri muhteşem: Breton’a ilk olarak Chapel Club’a yaptıkları remiksle vuruldum. Arkasından “Bana da albüm yapın!” diye peşlerine düştüm. Geçen yıl yayınladıkları ilk stüdyo albümleri ‘Other People’s Problems’ın çok sağlam çıkmasını bekliyordum. Ancak pikabımda dönmeye başlayan, hip hop beat’leri üzerine ustaca yerleştirilmiş synth’ler, zekice yazılmış politik sözler ve senfonik noise olarak tanımlayabildiğim kimi şarkılara kendimi hazırlamamıştım. NME’nin ‘Senenin En İyi 50 Albümü’ listesine 30’uncu sıradan giren ‘Other People’s Problems’a kayıtsız kalmayın. Vaktiniz kısıtlıysa açılışı ‘Pacemaker’la yapın, ortadan bir adet ‘Governing Correctly’ alın ve fişi ‘The Commission’la çekin, ne demek istediğimi anlayacaksınız.
2- Sahne performansları çok iyi: Kimi gruplar vardır, önlerinde yüzlerce insan görmediğinde enerjileri düşer. Kimileri vardır, sound’ları büyük sahneleri kaldırmaz. Breton hem samimi ortamlarda, hem de binlerce kişilik festivallerde aynı coşkuyla çalan, her sahnede parlamayı başaran bir grup. Solist Roman Rappak seyirciyle konuşmayı çok seven, izleyiciyle samimi iletişim kurmayı başarabilen bir lider. Müşteri memnuniyeti garanti!
3- Sahne görselleri birer sanat eseri: Roman Rappak, aslen Londra İletişim Üniversitesi sinema mezunu. Diğer grup üyeleriyle birlikte tüm sanatsal çalışmalarını BretonLabs adı altında yürüten ödüllü kısa fiilmciler de bir yandan. En son Sinead O’Connor’ın ‘The Wolf is Getting Married’ klibini çektiler ve İngiltere Kısa Film Festivali’nde kendi filmlerini canlı soundtrack’ledikleri sold-out bir konsere imza attılar. Sadece projeksiyonda dönen videolarını izlemek için bile konsere gitmeye değer. Breton konserleri sadece işitsel olarak değil, görsel olarak da büyük keyif.
4-Görsel demişken: Grup üyelerinin kendileri de görüntü itibarıyla oldukça başarılı. Özellikle Roman, sadece kulağa değil, göze de bir hayli iyi geliyor. Benden söylemesi...
5- Yol yakınken: Bazı gruplar vardır, uzun süre kariyerlerinin başlarında verdikleri konserleri kaçırdığınıza yanarsınız. Ben şahsen Interpol’u New York’ta 100 kişilik bir barda izleyen arkadaşımın yerinde olmak isterdim. Breton da o gruplardan biri. Onları İstanbul’da, Babylon gibi özel ve samimi bir ortamda ilk ve son kez izliyor olabiliriz. İşi şansa bırakmamakta fayda var. n Sine Büyüka