"Sanat varsa umut vardır” deyince Mario Levi, içime bir kez daha su serpti. “Ne güzel ki, İstanbul’da birçok sanat etkinliği yapılıyor” diye de devam etti. Evet, tam da yeni sezonu karşılarken bir konserden bir galaya, bir film gösteriminden bir tiyatro oyununa yetişmeye çalışırken, hislerime tercüman oldu usta yazar.
Mario Levi ile kısa süre önce yayımlanan son romanı ‘Yanlış Tercihler Mahallesi’ için buluştuk. İç içe geçmiş ayrı hikayelerden örülmüş romanın kurgusu etkileyici. Eserin iki ayrı anlatıcısı, hatta iki ayrı yazarı var. Biri daha dışarıdan bakan, söylenmemiş olanı da ortaya döküveren; diğeriyse kahramanların baktığı yerde duran, onların anlattığı kadarıyla yetinen. Büyük ihtimalle her hikayenin kendi mahremiyetini korumaya çalışan...
Gerçek hayatta da öyle değil midir? Kim hikayesini tüm gerçekliğiyle anlatabilmiştir ki, bugüne kadar? Üstelik, söz konusu olan yaptığınız yanlış tercihleri anlatmaksa, açık kalplilikle, “Ben yanlış bir tercih yaptım” diyebilmeniz için uzun yıllar geçmesi gerekebilir. Ama bir gün mutlaka ödediğiniz bedelin farkına varırsınız. İşte ancak o gün geldiğinde, samimiyetle anlatmanız mümkün olacaktır. Ama illa ki, hüzünlü bir hikayedir onca yıl sonra anlatacaklarınız.
Mahalleyi tanıyor gibiyiz
Hüzün derken, bir başka yanı daha var... Levi’nin ‘Yanlış Tercihler Mahallesi’, artık geride kalmaya yüz tutmuş, o eski İstanbul mahallelerinden... Süslü Niko’dan Anet’e, Çilli Meral’den Kuaför Fikret’e, Şair Ruhlu Pertev’den Nedret’e daha birçok sıra dışı karakterin oturduğu o mahalleyi tanıyor gibiyiz. Terzisi, kuaförü, kırtasiyecisi ve tuhafiyecisiyle, çocukluğumuzdan hatırladığımız o mahallede ne sırlar gizli. “Olsa olsa Kurtuluş, Feriköy veya Samatya, hatta Fındıkzade olur” dediğimde yazar da inkar etmiyor zaten.
Malum, Levi’nin çocukluğu Şişli taraflarında geçmiş, sonrasındaysa uzun yıllar Kadıköy’de yaşamış. Dolayısıyla özlediğimiz o çok kültürlü, çok dinli, çok renkli mahalle geleneğinden izler taşıyor, romanın dokusunu oluşturan mahalle.
Aslolan ise yüzleşmek... Roman kahramanlarının geçmişleriyle yüzleşmesi, pişmanlıklarını itiraf etmesi gibi, biz de romanı okurken yaşadığımız şehre giderek yabancılaştığımızı, çocukluğumuza ve gençliğimize ait izlerin birer birer silinmekte olduğunu hissediyoruz. Yazarın tarifiyle; edebiyatçının misyonu ‘unutturmamak’ ise ve biz hâlâ bir romanın sayfalarında, bir oyunun repliklerinde, bir sanat eserinin peşinde, kendimize ayna tutmayı becerebiliyorsak, o zaman umut var demektir.
YİNE YENİDEN KARAKÖY
Malum Beyoğlu’na gidesimiz yok, o zaman Karaköy’e gidelim. Belli ki, bunu sadece ben söylemiyorum. Akşamları Fransız geçidinden başlayıp, arka sokaklara yayılan kafe ve publarda yoğunlaşan kalabalık söylüyor. Biraz daha dokusu olan, bohem bir hava arayanlar için yine adres yine Karaköy. Rıhtım Caddesi’nden vazgeçemeyenlerse yeni cazibe merkezi Novotel’in en üst katındaki Mürver restorana gidiyor. Dekorasyonu Autoban Mimarlık tarafından yapılan, mutfak danışmanlığını Mehmet Gürs’ün üstlendiği Mürver’e, özel bir şirket kutlaması dolayısıyla gittim. Danimarkalı lojistik şirketi DSV, 11’inci yılını bu restoranda kutladı. İnsan Kaynakları ve İletişim Müdürü Özlem Özen’in organizasyonuyla gerçekleşen buluşma, hem gazeteci dostlarımızı hem de iş çevrelerini bir araya getirdi. Fonda dolunayın aydınlattığı Karaköy manzarası ve masamızda müthiş lezzetlerle daha çok bir dost meclisi gibiydi. “Yemek bahane, sohbet şahane” desek de tadı damağımızda kalan, hepsi odun ateşinde pişen otlu mücver, külde ahtapot, tütsülenmiş dil, bamyalı fener balığı gibi yemeklerden oluşan menü gecenin sürpriziydi.