Dr.Eser Alptekin

Dr.Eser Alptekin

dreseralptekin@gmail.com

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Yıllar öncesi. 1950’li yıllar. O zamanlar Anadolu’nun küçük bir ilçesi, Bayburt’tayız. Rahmetli babam 1945’de askerlik görevini asteğmen olarak yaparken, bir askeri tatbikat sırasında çizmelerini 8 gün ayağından çıkarmamış. Sonunda ayağındaki çizmeleri keserek çıkarmışlar.
Erzurum’un soğuğunda donmuş ayakları ve ondan sonra başlayan Burger hastalığı denen bir damar hastalığı, ayakta ağrılar ve sızılar. Askerlik görevi de şimdiki gibi değil. O dönemler askerlik 4-5 sene sürüyor.
Sonra Bayburt’ta ilk görev yerine tayini, ağaçlandırma müdürü olarak ve benim 5-6 yaşlarında babamdan dolayı o şiddetli ağrılarla, eter kokusuyla, gazlı bezle, oksijenle, merhemlerle tanışmam.

Uykusuz ağrılı geceler
Rahmetli babam ayağındaki hastalığından uykusuz gecelerinde büyük ağrılar ve sızılar çekmekte. Biz çocuklar da onun çektiği ağrıları ve sancıları çaresiz biçimde küçük yüreklerimizde ve ruhumuzda hissetmekteyiz.
O zaman tıbbi olarak ve yöre olarak tedavide büyük eksiklikler var.
Evin büyük çocuğu olduğum için ağrılar dayanılmaz hal aldığında doktor çağırma görevi bana düşüyor. Kasabada iki pratisyen doktor var. Telefon yok, başka bir iletişim yok.
Eksi 30 derecede sıcak yatağından çıkıp karlar içinde yürüyerek saat sabahın beşlerinde doktor çağırmaya gitmem. Kirpiklerimin donduğunu hissediyorum. Ellerim de soğuktan kapı tokmaklarına yapışıyor. Ayrıca o insanları, o erken saatte rahatsız etmenin utancını da yaşıyorum, çocuk olsam da.
Doktoru yanıma alıp babamın yanına gelişimiz, doktorun o günün şartlarında babama yaptığı uygulamalar...
Artık doktorun gelişiyle mi, yaptığı kısıtlı uygulamalardan mı, babamda kısa süreli bir rahatlama. İniltilerin kesilmesi ve biz çocukların sevinci. Daha sonraki günler tekrar başlayan ağrılar.
Sonunda babamın tedavi için Ankara’ya gidişi ve Ankara’da hastanede doktorların aldığı karar. Kangren olan parmakların kesilmesi.
Düşünebiliyor musunuz?

Benim babam sakat!
Sapasağlam yürüyerek gönderdiğiniz babanız, Ankara’dan dönüşünde Aşkale’de tren istasyonunda, trenden koltuk değnekleri ve ayağında sargılarla iniyor. O artık bir daha desteksiz, koltuk değneksiz veya bastonsuz yürüyemeyecek olan, 1.90’a yakın boyuyla ve heybetli görünümüyle bir daha eskisi gibi olamayacak babanız.
Bunun bir çocuğun dünyasında yaratacağı fırtınaları ancak yaşayarak hissedebilirsiniz. Tanrı kimseye de yaşatmasın. Hele çocuklara...
Sonraları biz çocuklarda bir utanma duygusu da oluşuyor. Tüm çocukların babası sağlam da benim babam sakat. Bu bir isyanı da getiriyor beraberinde.
Yaş ilerledikçe utanacak daha farklı şeylerin olduğunu yaşam öğretiyor insana.
Ve o bastonuyla gezen, gerektiğinde koşamayacak olan o insanın dünyadaki tüm insani değerlere ve saygıya değer olduğunu yaşayarak görüyorsunuz.
Fazileti, tok gözlülüğü, haysiyeti, onuru, tüm insani değerleri ondan öğreniyorsunuz. İşte o büyük insandan aldığımız binlerce dersten biri...
Ağrıların bir süre dindiği, evin içinde tebessümlerin, gülücüklerin, esprilerin daha arttığı babamın yeni durumuna çocuk kafamızla alışmaya başladığımız, 1-2 ay sonra bir yaz günü kardeşim Erhan’la evin bahçesinde oynuyoruz.

Toplantı ne demek?
Köyden bize bakmak için gelen bir akrabamız Naime Abla bahçeye geliyor ve bize sesleniyor.
“Emmim sizi toplantıya çağırıyor.”
Ben altı yaşındayım, kardeşim Erhan beş. Toplantı kelimesinin ne olduğunu bilmiyoruz ve o kelimeyi de ilk defa duyuyoruz. Onun için de umursamayıp oyunumuza devam ediyoruz. Oyunun da iyi zamanında işimize gelmiyor gitmek. Aradan kısa bir süre geçiyor, Naime Abla tekrar geliyor. Bu defa bizim anlayacağımız bir dilde “Emmim çok herslendi (kızdı), çabuk gelsinler” dediğini söyleyince oyunu kesip odaya giriyoruz. Odada babam, annem, babaannem ve halam oturuyorlar. Biz sessizce ve saygıyla oturmamız gereken yere çömelip oturuyoruz. Babam bizleri niçin bir araya topladığını anlatmaya başlıyor.
Kendi hastalığından Ankara’daki hastane masraflarından dolayı aile bütçemizin sarsıldığını, Ankara’ya gidişinin ve orada yapılan masrafların iktisadi durumumuzun iyi olmadığını (O zamanlar ekonomi sözcüğü yoktu) ifade ediyor, borçlandığını söylüyordu. Hepimizden şunu rica ediyordu. Bizleri iki aylığına köye gönderecek, durumumuz düzeldiğinde de tekrar şehre dönecektik.
Güzel olan ailenin tüm fertlerinden (biz çocuklar dahil) bunu istemesiydi. Bu insana farkına az da varsan, verilen değer ve sorumluluk duygusu dersiydi.

Şekerlemesiz 40 gün
Biz şimdi çocuk olarak nelerden eksik kalacağımızı düşünüyorduk. Herhalde köyde şekerleme bulamayacaktık. O pırıl pırıl bilyelerimiz olmayacaktı. Ama olsun kendimize yeni oyunlar bulurduk.
Ve başlayan köy hayatı. Giderlerde kısıtlama, bizim bulduğumuz yeni oyunlar ise harman sürme, uçurtma uçurma gibi oyunlar. Günler böylece geçiyordu. 40 gün sonra Naime Abla gelip bizi çağırdığı zaman artık toplantının ne olduğunu öğrenmiş olarak toplantı odasında yerimizi aldık.
Babam hepimize gösterdiğimiz fedakârlıktan dolayı teşekkür ediyordu. İktisadi durumumuzun düzeldiğini, artık şehre dönebileceğimizi, borçlarının kalmadığını, hepimizin üstüne düşen sorumluluğu yerine getirdiğimizi tüm sevecenliğiyle ifade ediyor ve teşekkür ediyordu.
Bu ekonomik krizde toplumu yönetenlere de tavsiyem; yaşanacak ekonomik sorunları, sosyal sorunları insanlarıyla dürüstçe paylaşmaları. Sonuçlarının da iyi olduğunu görecekler. Babam hastayken yaşadıklarımız belki benim doktorluğumun ilk adımları.
Köy hikâyesi ise ülke yönetenlerin de okuyacağı bir hikâye. Eğer insanları ile sorunları dürüstçe paylaşırlarsa daha güvenilir daha saygın olurlar. Babamızın bizim gözümüzde olduğu gibi...
Devlet baba olmak gibi.
29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’nız kutlu olsun.