Toplumumuzun da, kültürümüzün de ne kadar yanlış bir kabullenmesidir bu.
Bu sözü hastalıklarımızda ve günlük hayatımızda, sosyal olaylarda kullanırız.
Her şeye boyun eğerek ve her şeye evet diyerek...
Halbuki hastalıklarda da, sosyal hayatımızda da bu bakış açısı işin kolaycılığıdır. Toplumun sosyo-psikolojik yapısı, dolayısıyla da zoru sevmememizden kaynaklanır. Üzülerek söyleyebilirim bu düşünce biçimi eğitimimizden veya eğitimsizliğimizden ya da sosyo- kültürel yapımızın tartışmaya açık olmamasındandır. Bizim toplum ve insanımız tartışma deyince doğru veya yanlış düşüncesinin karşı tarafça kabul edilmesini yahut da kavga diye algılar.
İcat çıkarma!
Halbuki yaşamdaki doğrular ve yenilikler; aklın ve bilimin ön planda olduğu, tartışmalardan ve analitik düşünceden kaynağını alırlar, beslenirler...
Toplum olarak hep reformlara kapalı kaldık. Çocuklarımızı ve gençlerimizi icat çıkarma sözcüğüyle susturduk ve azarladık. İcat çıkarsa ne olurdu? Kötü mü olurdu?
Sağlık politikaları ve tıp eğitimi uygularken de tüm kurguları hastalıkların tedavisi üzerine oluşturduk.
Acaba nasıl hasta olunmaz? Bununla ilgili toplumsal ve çevresel hangi tedbirler alınması gerektiği konusunda düşünmedik, düşündürülmedik.
Hangi gıdaları tüketmeliyiz, hangi havayı solumamız gerekir, hangi beslenme şartları daha uygun modern dünyanın kirlettiği dünyamızda...
Genleriyle oynanmış, kimyasal işlemlerden geçirilmiş, hormonlanmış gıdaları tüketmeye alıştırıldık. Topraklarımız, tarlalarımız kirlendi. Çevre kirlendi. Şimdi el yordamıyla acaba organik gıda nasıl üretilir arayışı içindeyiz.
Geçmiş olsun!
Bir daha o toprağı ve o tohumu bulmanız biraz zor. Bulsanız bile bu kirli çevrede sularınız da kirlendi. Temizlenmesi için tüm tedbirleri alsanız da 5-10 seneden önce bunun oluşması mümkün değil.
Böyle kirli bir dünya yarattıktan sonra, onun getirdiği hastalıklarla uğraşmaya veya moda olarak Amerika’dan ve Avrupa’dan tüm dünyaya servis edilen yeni hastalıklarla yani manipule edilmiş bilimsel buluşlarla tanışmaya başladık. Ve bunlara bağlı korkunç bir ilaç tüketimi ve sağlık harcamaları da birlikte geldi. Bunlarla ilgili alacağımız hangi tedbirlerin olduğu bizlere söylendi, öğütlendi.
Sağlık politikaları bunlar üzerine oluşturuldu. Sağlık eğitimimiz buna göre yapılandırıldı. “Hasta ol, tedavi edelim” denildi. Koruyucu hekimlik rafa kaldırıldı. Çünkü koruyucu hekimlik para getiren bir iş değildi, tüketen harcayan dünyamızda...
İnsanlarımıza sofrandaki ekmeğinden, çorbandan kısıntı yap denildi. İlaçtan asla...
Sağlık harcamalarından asla...
Yol bitti.
Dünya ekonomik krize girdi. Silahlanmayla ilgili harcamalardan hiç kısıtlama yapılmasından söz edilmiyor. Halkın pazardaki torbasından kısıtlama yapmasından söz ediliyor.
O torbadan artık elinizi de gözünüzü de çekin, olmaz mı?
Çünkü o torba artık dolmuyor. Başa gelenler de artık çekilmiyor. Toplum bunu da yavaş yavaş sorgulamaya başladı.
Torbam neden dolmuyor? Yardım olarak yiyecek paketi gelmesini bekleyecek günlere mi gidiyorum?
Onurumu, kimliğimi, kişiliğimi, özgürlüğümü bir yiyecek paketiyle mi değiştireceğim? Bu da başıma gelecek mi?
Açım, işsizim, yiyecek paketinizi de istemiyorum dediğimde azarlanacak mıyım, coplanacak mıyım diye kaygılar içinde.
Çocuklarıma nasıl onurlu bir gelecek bırakacağım? Onların başkalarına muhtaç, başları öne eğik olmaması için ne yapmalıyımı sorgulamaya başladı insanımız.
Bu düşünce sadece o ailenin geçimini sağlayan baba ve anneye düşen görev değil. Hepimizin toplumsal görevi. Zenginimizin, aydınımızın, karnı doyanlarımızın, eli kalem tutanlarımızın...
Bugün bu dersini alamadığımız bir yurttaşlık bilincidir. Çünkü eskiden yurttaşlık dersleri vardı. Çocuk da olsa, yurttaş nasıl olunur öğrenirdi. İnsan hakları vardı. Biz insan haklarını ancak yabancılar ve Avrupa Birliği bizi zorladığında ağzımıza alabiliyoruz veya aklımıza geliyor.
Tarih değişti, söylemler değişmedi
Tarihte Mithat Paşa 2. Meşrutiyetin ilanında Padişah Abdülhamit’e aynen şunu söylemişti, yazdığı mektubunda.
“Padişahım, Meşrutiyeti ilandan muradımız yabancıların aleyhimize açılan ağızlarını kapamak gösterisinden mi ibarettir? Yoksa gerçek insan haklarının kabul edilmesi midir? ” Mithat Paşa’nın Osmanlı’daki sonunu biliyoruz. Malta sürgünü ve ölüm emri.
Biz Türkiye Cumhuriyeti’nin vatandaşları olarak insan haklarımızı talep ettiğimizde ona yakın korkular mı yaşayacağız? Hayır...
Demokrasilerde bunu yaşatmaya kimsenin hakkı olamaz ve olmamalıdır. Padişahı bizler seçmedik. Fakat demokrasilerde bizi yönetenleri, başa gelenleri bizler seçiyoruz. Günümüzü de, geleceğimizi de, tokluğumuzu da, açlığımızı da, işsizliğimizi de, eğitimimizi de, sağlığımızı da, çaresizliğimizi de, özgürlüğümüzü de onların eline bırakıyoruz.
Ancak sorgulama hakkına sahibiz, hesap sorma hakkına sahibiz. Hakkımızı arama hakkına sahibiz. Başa geleni çekip veya çekmeme hakkına sahibiz. Hastalıkta ve sağlıkta...
Cafe Milliyet’de yazmaya başlayan değerli bilim ve düşünce adamları Sayın Prof. Dr. Murat Tuzcu ve Sayın Prof. Dr. İbrahim Adnan Saraçoğlu ‘na hoş geldiniz demeyi de bir borç biliyorum.