Altı yılım geçti Robert Kolej’de, peki ama ne öğrendim?
Başkalarının ne diyeceğini önemsemeden, ne düşünüyorsam onu söylemeyi… Söylemekle de kalmayıp sonuna kadar savunmayı...
‘Ukala’ damgası yemeyi bile göze alarak…
Sosyal hayatta ve iş hayatında türlü zorluklara neden olacağını bilmeme rağmen…
Daha küçücükken en saçma fikirlerimizi bile adam yerine koyup dinlediler, hiçbir zaman yargılamadan, dalga geçmeden…
En önemlisi de saygı duyarak… Saygı sadece öğretmene duyulur demeden…
Birçok okulda savaş tarihleri ezberlenirken, bizim okulda savaşların sebepleri, sonuçları tartışılıyordu.
Evet, iyi bir akademik eğitim aldık, daha ortaokulda klasikleri hatmettik.
Ama akademik eğitimden çok birey olmayı, kendi kendimize güvenmeyi öğretti okulumuz bize.
Aslında bir fanusun içindeydik, hayatın gerçeklerinden, zorluklarından son derece habersizdik.
Kimse kimsenin hayat şartlarını bilmezdi, ilgilenmezdi, kim burslu kim değil, hiçbir zaman konuşulmazdı.
İşte bu yüzden çok sevdiğimiz bir arkadaşımız mezun olduktan kısa bir süre sonra okulda intihar ettiğinde hepimiz sarsılmış, ne kadar zor bir maddi mücadele içinde olduğunu o ana kadar anlayamadığımız için kendi kendimize kızmıştık.
Belki farkında olsak, birleşip bir şeyler yapabilirdik…
Ama o zamana kadar bu konularda hiçbir fikrimiz yoktu, hepimiz eşit şartlarda olduğumuzu sanarak büyüdük.
Buna rağmen hiç unutmadığımız, affetmediğimiz ve asla konuşmaktan vazgeçmediğimiz tek bir şey vardı.
Torpilli bir öğrenci için yatay geçiş sınavında tam 35 kişi alınmıştı o yıl, yeni bir sınıf açılmıştı.
Evet, diğer 34 öğrenci çok şanslıydı, bir kişinin kaderi onların kaderini de değiştirmişti.
Zaten o 34 kişinin kim olduğunu hiç bilmedik, ilgilenmedik.
Ama o 35. kişiyi hiç unutmadık.
Aradan yıllar geçmesine rağmen hala her adı geçtiğinde nasıl da onun için sınıf açıldığı konuşulur.
Şimdi ise benzer hatta daha vahim bir olay yaşanıyor, Robert Kolej yine bir mücadele veriyor, Milli Eğitim Bakanlığı’nın kararıyla sınavda puanı yetmeyen bir öğrenciyi almak zorunda bırakıldığı için.
Mezunlara ellerinden geleni yaptıklarına dair bir açıklama gönderdiler.
Benzer bir durum daha önce Üsküdar Amerikan’da oldu, hatta o durumun da emsal gösterildiği iddia ediliyor.
Daha önce sadece özel okullarda değil, İstanbul’un köklü devlet okullarında da benzer durumlar yaşandığı konuşuluyor.
O okullarda öğrenciler rahat vermemiş puanı tutmayarak, yasal boşluklardan faydalanarak gelen öğrenciye.
Zaten öğrenciler de derslerde başarılı olamamış.
Şimdi de Robert Kolej öğrencilerine “Bu çocuğu dışlayın” diyen de var, okula “Sınıfta bırakın, ders alsın” diyen de var, sosyal medyaya baktığınızda.
Adı üstünde, bir çocuktan bahsediyoruz ve hepimiz biliyoruz ki aslında o çocuğun hiçbir suçu yok.
O çocuğu bu duruma sokan anne-babanın hırsı ve eğitim sistemindeki açıklar.
En iyi eğitim için bile bir çocuğa bunları yaşatmaya değmez.
Özellikle de tek amacı düşündüğünü rahatlıkla söyleyen bireyler yetiştirmek olan bir okulda.
Zaten yarın öbür gün, o çocuk biraz büyüyünce ya da o eğitimden biraz üstüne düşeni alınca anne-babasının karşısına geçip “Bana bunu nasıl yaşattınız?” diyecek.
İşte o zaman Robert Kolej mezunu olup olmamasının ne önemi olacak?
AKM’yi istiyoruz!
Şimdiye kadar Zorlu Center Performans Sanatları Merkezi’nde izleyip de en çok etkilendiğim şey, ne Hugh Jackman’ın gösterisiydi, ne Cats müzikaliydi.
Beni en çok etkileyen İstanbul Devlet Opera ve Balesi’nin ‘Giselle’ balesiydi.
Çünkü Zorlu Center’ı ilk kez o gün bu kadar kalabalık görmüştüm.
Herkes klasik baleyi çok sevdiği için değil, koskoca İstanbul’da bale izleyebileceğimiz tek bir yer kalmaması, AKM’nin yılan hikayesine dönen durumu nedeniyle gelmişti buraya.
Aynı dakikalarda Twitter’da ‘Diren bale, diren sanat’ tweet’leri paylaşılıyordu. ‘Giselle’i izleyen kalabalık kızgındı, tepkiliydi. Ama tepkilerini bir bale gösterisi izleyerek dile getiriyorlardı. Anlayana...
Malum AKM çok uzun zamandır kapalı. Tam restorasyon için gerekli finansman bulundu diye sevindiğimizde de sevincimiz kursağımızda kaldı.
Oysa AKM İstanbullu için sadece bir buluşma noktasından ibaret değildi.
İlk klasik müzik konserini de, ilk baleyi de AKM’de izledim. Hülya Aksular’dan Oktay Keresteci’ye birçok sanatçıyı AKM’de tanıdım. O zaman ‘Survivor’ yoktu, ‘O Ses Türkiye’ yoktu, ‘Yetenek Sizsiniz’ yoktu ama sahne sanatlarıyla biraz ilgiliyse sanatçıları da tanıyordunuz, ekrana çıkmasalar bile.
Şimdi ise geldiğimiz duruma bakın; Tan Sağtürk’ten başka balet ismi sayabiliyor musunuz? Tan’ı da sahnede izleyerek değil, televizyonda izleyerek tanıdık ne yazık ki. Oysa böyle olmamalıydı. AKM de, İstanbul Devlet Opera ve Balesi de bu kadar ihmal edilmemeliydi.
Dün Meltem Cumbul önderliğinde sanatçılar “AKM’yi istiyoruz” dedi.
İstiyoruz tabii, peki ama daha ne kadar bekleyeceğiz?
Göcek de gitti
Dokunulmamış az sayıda yerden biriydi Göcek koyları.
Öyle olduğu için bu kadar güzel kalmıştı, denizin rengi de, koylardaki yeşil alan da doğa düşmanlarını bile etkiliyordu.
O manzara karşısında ne yediğinizin, ne içtiğinizin hiçbir önemi yoktu.
Büyük tesisler kurulacağına salaş balıkçılarda yemeye, gözlemeci satan kayıkları beklemeye razıydı gelenler.
Derken ansızın Göcek de imara açıldı, Bedri Rahmi ve Akbük koyları 29 yıllığına 2 milyon 150 bin liraya gitti.
Tam da Boğaz’da Erbilgin yalısı 100 milyon euroya Katarlılara satılmışken, Göcek koylarının bu kadar ucuza gitmesi daha da çok dokunuyor. Hiç olmazsa Göbün’ü yan koyun işletmecisi aldı diye, “Yabancıya gitmedi” diyenler, sevinenler oldu.
İşte buna bile sevinir hale geldik.