Uzun zamandır hiçbir film bu kadar acımasızca eleştirilmemişti.
Hatta o kadar kötü şeyler söylendi ki, acaba izlememeli mi diye bile düşünenler oldu.
Neyse ki hiçbirine kulak vermeyip, İstanbul Kırmızısı’nı kendim izlemeyi tercih ettim ve izleyince de gördüm, biz artık çok az şeye birlikte sevinebiliyoruz.
Arkasından da ‘Gişede beklenen ilgiyi görmedi’ haberleri yapılmıştı.
Bunda biraz da Ferzan Özpetek’le Cem Yılmaz bir araya gelince beklentinin çok yüksek olması neden olabilir diye düşünüyordum.
Bir de Özpetek ve Yılmaz filmin tanıtımı için o kadar çok röportaj verdi, o kadar çok aynı şeyleri anlattı ki, ister istemez bir önyargı oluştu.
Şimdi de durum aynı.
Üstelik bu sefer Özpetek, Halit Ergenç, Tuba Büyüküstün, Mehmet Günsür, Zerrin Tekindor, Şerif Sezer gibi birçok tanıdık isimle çalıştı.
Özpetek’in bir tarzı var, o tarz size hitap ediyorsa bu filmini de beğenmemeniz mümkün değil.
Yapılan bir işi harcamak çok kolay, hakkında uzun uzun kötü konuşmak da.
Ama alanlarında başarılı olup kendilerini uluslararası boyutta kanıtlamayı başarmış çok az sayılı isim var.
Onların yaptıklarına saygı duyacağımıza, hala yerden yere eleştirmeye ne gerek var?
Tabii ki filmi beğenirsiniz ya da beğenmezseniz bu tamamen göreceli bir şey.
Ama beğenmedim diyenler filmi sığ olmakla suçladı hep.
Sizi içine çekmeyebilir izlerken, bunu anlayabilirim.
Ama filmlerini uzun yıllardır takip ettiğiniz bir yönetmenin sığ olup olmadığı zaten baştan bellidir.
Aynı tarzı beğenseniz de beğenmeseniz de.
Bu film sadece bir aşk filmi değil, sadece duyguları değil, İstanbul’un Türkiye’nin değişim sürecini de anlatıyor.
Farklı nesillere ayna da tutuyor.
Bunu yaparken en büyük hediyeyi de İstanbul’a veriyor.
İstanbul’a başrolü vererek.
Çiğdem Onat’ın ne kadar yetenekli olduğu da Tuba Büyüküstün’ün oyunculuk kariyerinde bambaşka bir boyuta geçtiğini de görüyorsunuz.
Görüntülerden müziğe her detay etkiliyor.
Sırf, bu kadar emek bile filme saygı duymak için yeterli.
İzleyin, beğenip beğenmeyeceğinize siz karar verin.
Yabancıları yerli sürpriz etkiler
Yıllar önce Pelin Batu’nun Ferzan Özpetek’le yaptığı bir söyleşiyi izlemiştim. Özpetek, filmlerindeki dialogların doğal olması için çok uzun süre çalışıldığını ama çeviri ve altyazıyla Türk izleyicisine bunun tam yansıtılamadığını anlatmıştı.
Bir de müjde vermişti, “Bunun için mutlaka Türkçe bir film yapacağım.”
Aynı akşam yabancılara yönelik yapılan davete katılmıştık hep birlikte.
Özpetek o zaman söylemişti: “Davette yabancı ünlü bir kemancı yerine Kibariye’yi görmek isterdim. Yabancılara yerli, kendimizden bir isimle sürpriz yapmak daha etkileyici olurdu.”
Özpetek sözünü tuttu, peki ama biz dışarıdan kendimize bakabilmeyi başarabildik mi?
İstanbul’a hediye
Son zamanlarda İstanbul tanıtımı için yabancılara yönelik yapılmış çok kötü filmlere maruz kaldık.
Hatta son filmlerden biri için bunu izleyen Türkiye’ye geleceği varsa, gelmez, vazgeçer dedim.
Müziği, detayları, turistlere “İstanbul tehlikeli değil” dedirten replikleriyle.
Zaten bunları söylemeye, konuşmaya, ısıtıp ısıtıp gündeme getirmeye gerek yok.
Artık bütün dünya metropolleri ne kadar güvenliyse, İstanbul da o kadar güvenli.
Paris ya da Brüksel “Güvenliyiz” diye yabancıların ağzından tanıtım yapmaya çalışıyor mu?
Tam tersine herkes elindeki güzellikleri öne çıkarıyor.
İşte Ferzan Özpetek’in filmi de bunu başarıyor.
İstanbul’u güzellikleriyle, yalılarıyla, sofralarıyla öyle bir gözler önüne seriyor ki bu filmi izleyen İstanbul’a gelmek ister.
İşte sırf bu bile, filme saygı duymak için yeterli neden.
Ferzan Özpetek gibi İtalyan sinemasının yıldızı kabul edilen bir yönetmenin böyle bir zamanda bir İtalyan filmi yerine bir Türk filmi yapması gurur verici.