Biyoteknolojik yöntemlerle, kendi türü dışındaki bir türden gen aktarılarak, belirli özellikleri değiştirilen bitki, hayvan veya mikro organizmalara ‘transgenik’ ya da genetiği değiştirilmiş organizma (GDO) denilmektedir. Halk arasında kısaca, genetiğiyle oynanmış ürünler olarak geçer. Aslında bugüne kadar uygulanan; geleneksel adıyla aşılama veya melezleme dediğimiz işlem de bir tür gen transferi işlemidir. Farkı ise, geleneksel yöntemlerde çok sayıda gen paketi transfer edilirken, biyoteknoloji yönteminin, seçilen tek genin transferine izin vermesidir.
Biyoteknoloji yöntemi henüz yeni olduğu için, oluşan ürünlerin analizinin yapıldıktan sonra tüketime sunulması gerekiyor. Ticari olarak kullanılan 4 GDO; mısır, soya, kanola ve pamuktur. Bu besinler ABD, Avusturya ve Japonya gibi ülkelerde herhangi bir kısıtlama olmadan tüketilirken, Avrupa’da ürün etiketinde belirtilmesi kaydıyla satışa sunulmaktadır. Avrupa’da GDO’nun kısıtlı kullanımının sebebi, halkın bu konudaki inancı ve algısıdır; tıpkı ülkemizde olduğu gibi...
Üretimi yasak
Türkiye’de insani gıdalar söz konusu olduğunda GDO’lu ürünlerin ithalatı, üretimi ve geliştirilmesi yasaktır. Bununla birlikte ülkemizde, sadece hayvan besiciliği ve yem sanayinde kullanılmak üzere GDO 10 soya ile 26 mısır geninin ithalatına izin verilmektedir. Ayrıca ithalat ön izni düzenlenen tohumlukların, ithal amacına bakılmaksızın menşei ve ülke risk değerlendirmesine göre belirlenen sıklıkta, numune alınarak analizleri yapılmaktadır. GDO’ların bugün için alerji dışında kanıtlanmış bir yan etkisi bulunmadığı gibi yine yaygın inancın aksine, bu ürünlerin kanser yaptığını gösteren herhangi bir çalışma bulunmamaktadır. Biyoteknoloji bilgimizin yeterli olmaması ve yine popülarite arzusuyla medyada yapılan yalan yanlış bilgilendirmeler ve akademisyenler başta olmak üzere bu konuda konuşması gereken kişilerin sessiz kalması, bizim GDO’lar hakkında gerçekçi olmayan düşüncelere sahip olmamıza yol açmaktadır.
Çok sayıda komplo teorisi var
Tarım ilaçları, kimyasal gübre, ardından da genetiği değiştirilmiş organizmalar, II. Dünya Savaşı sonrası ‘Yeşil Devrim’ olarak adlandırılan süreçte keşfedilmiştir. GDO 1972 yılında, ardından ilk genetiği değiştirilmiş bitki ise 1983’te geliştirildi. Başlangıçta ilaç ve aşı sektöründe kullanılmak üzere geliştirilse de, yüksek kârlılık sebebiyle zamanla besin sektörüne kayarak, olası küresel açlığa çözüm olarak sunuldu. GDO hakkında çok sayıda, komplo teorisi var.
Amerika’nın, özellikle de Rockefeller Ailesi’nin ‘ari ırk’ yaratıp kendilerinden olmayan toplumları yok etme, kanser ve diyabet gibi hastalıkları çoğaltarak ilaç sektörünü büyütme teorisi en bilinenleridir. Ürünlerin doğal olarak gerekenden çok daha kısa süreler içerisinde, yeterli araştırma yapılmadan üretilip sofralarımıza ulaşması, bu konudaki negatif kuramları güçlendirse de ısrarla söylemek istediğim şey, GDO’ların direkt kanser yaptığına dair sağlıklı bir çalışma olmamasıdır. Kansere veya şeker hastalığına yol açmasının dışında, gelecek gıda krizine yönelik geliştirilen emperyalist bir strateji olduğunu, meselenin ülkesel bazda ticari bağımlılık yaratma mücadelesi anlamına geldiğini düşünmek daha doğru olabilir. Ancak onlardan tamamen uzak duracak bir durumda olmadığımızı da bilmemiz gerekir.
GDO’lu ürünlerin toksik maddelerinin, insana geçmesiyle çeşitli rahatsızlıkları oluşturabilmesi ihtimali veya doğal olmayan, glisemik indeksi yüksek buğday ve pirincin üretimi yoluyla, şeker hastalığı ihtimalini artırması gibi potansiyel zararlarının yanında, A vitamininden zenginleştirme, alerjenlerden arıtma gibi avantajları da bulunmaktadır. Belki bu noktada sorulması gereken soru, “GDO zararlı mıdır?” değil, “Hangi GDO kullanılmalı?” olmalıdır.
Yeni dünya düzeninin insanlara dayattığı davranış biçimleri içinde en korkunç ve zararlı olanı ‘ihtiyacımızdan fazlasını tüketmek’... Az olandaki erdemin, sağlığın ve zihinsel rahatlığın farkındalığında, sağlıklı ve bugünlerde evde kalın...