18.12.2023 - 05:06 | Son Güncellenme:
Prof. Dr. Fikri Kulakoğlu
Prof. Dr. Fikri Kulakoğlu/ Kültepe Kazı Heyeti Başkanı- Kayseri, Orta Anadolu’nun kapısıdır. Güneydeki Çukurova ve Kahramanmaraş tarafından gelen yollar Erciyes’in iki yanından Kayseri’ye bağlanır. Doğudan Malatya ve Fırat kıyılarından gelecek gezginler, 200 km kadar uzak bir mesafeden Erciyes Dağı’nı hedefleyerek rahatlıkla Kayseri’yi bulabilir. Kültepe Höyüğü de Kayseri’nin kuzeydoğusunda, Sivas yolu üzerindeki ovada yer alıyor. Böylesine stratejik bir konumda gelişmiş olan Kaniş Krallığı, dışa açık olmanın avantajını kullanarak kendisinden daha gelişmiş kültürlerden faydalanmıştır. Bunun sonucunda da Karum Çağı (eski adıyla Asur Ticaret Kolonileri Çağı) olarak tanımlanan dönemde, hemen hemen tüm Anadolu’nun tarihi çağlara girmesine aracı olmuş, kendisinden daha gelişmiş kültürlerle tanışmasını sağlamıştır. Kültepe iki kısımdan oluşur. Yukarı Şehir’in bulunduğu, yaklaşık 600 metre çapındaki höyük, etrafındaki tarlalardan 20 metre yüksektedir. Höyüğü dört bir yandan çeviren Aşağı Şehir en azından 2.5 km çapındadır.
Tabletlerin izinde
1876 yılında BM tarafından İstanbul’daki bir antikacıdan satın alınan bir tablet, 1881’de Theo. G. Pinches tarafından yayınlanır. O zamana kadar kimse yazısı kaba, şekli garip, okunabildiği kadarıyla basit bir sözleşmeye ait olan bu tableri okumaya uğraşmamıştır. Bir süre sonra Avrupa pazarlarında boy göstermeye başlayan benzer tabletlerin hepsinin Orta Anadolu ve Kayseri çıkışlı oldukları saptanınca bunlar, “Kapadokya Tabletleri” olarak anılır olmuştur. Okunduğunda bu tabletlerin çoğunun “Kaniş” isimli bir merkezle bağlantılı olduğu anlaşılmıştır. Kaniş’in yerini saptamak için 1893-94 yıllarında Kapadokya Bölgesi’ne gelen E. Chantre, “Kapadokya Tabletleri”nin Kültepe’den çıkarıldığı kanısına varmıştır. Ancak tabletlerin benzerlerini bulmak amacıyla çeşitli gezgin ve bilim adamlarının Kültepe’yi ziyaretleri ve sondaj girişimleri olumsuz sonuç vermiştir. 1915 yılında ilk kez Hitit dilini çözdüğünü açıklayan B. Hrozny, 1925 yılında kazı yapmak için Kültepe’ye gelmiş, büyük bir iş gücü ile höyük üzerinde kazılara başlamıştır. Bütün çabasına rağmen bir tane bile tablet bulamayan Hrozny, ne yazık ki, tepede bulunan meşhur Warshama Sarayı’nın neredeyse yarısını yok etmiştir. Ümitsizliğe kapılarak kazıyı kapatmaya karar vermişken, tabletlerin höyükte değil, onun eteklerindeki tarlalarda bulunduğunu öğrenmiş; bu alanda yaptığı kazılarda tabletlerle beraber, bine yakın yazılı belge elde etmiştir. Buluntuların bir kısmını İstanbul Müzesi’ne bırakan Hrozny, bir kısmını da çalışmak üzere Çekoslovakya’ya götürmüştür. Çalışmalar sonucu tabletlerde adı geçen Kaniş’in Kültepe ile aynı yer olduğu açıklık kazanmıştır. Tabletlerin bir kısmı 1936 yılında İstanbul Arkeoloji Müzesi’ne getirilmiş, Hrozny ise bir daha Kültepe’ye dönmemiştir. 1940’lı yılların sonlarında bölgede araştırmalar yapan Dr. Tahsin Özgüç, 1948 yılında “tamamen tahrip edilmiş ve artık kazılamaz” denilen Kültepe’de sistemli kazılara başlamak için Türk Tarih Kurumu’na başvurmuş Türk Tarih Kurumu Başkanı Ord. Prof. Dr. Şemsettin Günaltay’ın da destekleriyle sistemli bilimsel kazıları başlatmıştır. Kazılar; Kültepe’nin, eski adıyla Kaniş’in, yalnızca, Asurlu tüccarların zamanında değil, onun öncesinde yazısız bir devri temsil eden Erken Tunç Çağı’ndan itibaren, sadece Anadolu’da değil, Kuzey Suriye ve Mezopotamya’da da tanınan büyük bir merkez olduğunu göstermiştir. Kazılar günümüzde Prof. Dr. Fikri Kulakoğlu’nun başkanlığında, başta Ankara Üniversitesi’nin öğretim üyelerinin oluşturduğu çekirdek kadro ve uluslararası bir ekiple yürütülmektedir.
M.Ö. 3300-2050 arası
Kazılarda henüz ana toprağa inilemediğinden, daha önceki çağlarda yerleşimin olup olmadığı bilinmemekle birlikte, Kültepe’nin Geç Kalkolitik Çağ’dan KAPAK Kültepe iki kısımdan oluşur: Solda görünen Yukarı Şehir’in bulunduğu, yaklaşık 600 metre çapındaki höyük ve höyüğü dört bir yandan çeviren en azından 2.5 km çapındaki Aşağı Şehir.
19 itibaren yerleşim gördüğü; Erken Tunç Çağı’nın başından (yak. M.Ö. 3000) sonuna kadar (yak. M.Ö. 2000) kesintisiz biçimde yaşamın sürdürüldüğü tespit edilmiştir. Kültepe bu dönemde, birbiri üstüne inşa edilmiş idari ve dini fonksiyonlara sahip anıtsal yapılarla donatılmıştır. Buluntular arasında bölgelerarası tarihsel sıralamada benzerlik tespiti açısından önemli rol oynayan, Batı Anadolu kökenli olarak kabul edilen Troya tabağı, tankard, depas olarak tanımlanan Anadolu’ya özgü kapların yanında, Suriye’den ithal edilmiş “Suriye şişeleri” gibi dışarıdan getirilmiş eserler yer yer alıyor. Kültepe’ye özgü plastik sanat ise disk-biçimli idoller ile tahtlarında oturan tanrıça heykelciklerinde ve onların gövdeleri üzerinde kabartma olarak işlenmiş hayvan ve insan betimlerinde karşımıza çıkar. Bunlar, kuzey-orta Anadolu’nun madeni figürinlerinden daha gelişmiş bir stil sergiler ki bu idol ve heykelcikler sadece mabetlerde değil, evlerde ve mezarlarda da bulunurlar. MÖ III. binyılda yazıyı kullanabilen gelişmiş güneyli toplumların aksine, Anadolu halkı bu dönemde henüz yazıyla tanışmamıştır. Anadolu daha protohistorik (henüz yazıyla tanışmamış ama kendileri hakkında okumayı-yazmayı bilen komşularından haberdar olunan toplumların yaşadığı dönem) devirlerini yaşadığı için, bu dönemlere ilişkin tarihi bilgilerimiz Mezopotamya ve Suriye’deki çağdaş merkezlerde ele geçen yazılı kaynaklara dayanır. Bilim insanları tarafından Kültepe, Anadolu’nun yeni bir çağa, yani tarihi çağlara girdiği bir yer olarak kabul edilmektedir.
Karum Çağı
M.Ö. 1950–1750 yılları arasında yaklaşık 200 yıl süren bu dönem, Asur Ticaret Kolonileri Çağı olarak da bilinir. Kültepe’de gelişmiş olan Kaniş Krallığı’nın daha M.Ö. III. binyılın ortalarından itibaren komşularıyla çok kuvvetli ticari, kültürel ve siyasal ilişkiler içine girdiği açıktır. Bu ilişkiler, M.Ö. II. binyılın başlarından itibaren doruk noktasına çıkmış ve tüm Orta Anadolu şehirleri, önceden birbirinden kopuk ve kapalı havzalar halinde gelişirken, bu ilişkiler sayesinde ortak noktası ticaret olan bir sistem etrafında bir araya gelmiş ve aynı kaderi paylaşmıştır. Kültepe-Kaniş, Karum Çağı’nda Kaniş Krallığı’nın merkezidir. Geçmişte bilimsel metotlardan uzak yapılan kazılar ile köylülerin neden oldukları tahribata rağmen, Özgüç’ün 58 yıl boyunca yürüttüğü bilimsel kazılar, Kaniş kralları ve devleti yönettikleri saraylar hakkında önemli bilgiler sunmuştur. Sarayların yanı sıra tapınaklar ve resmi depo binaları açığa çıkartılmış; onların özellikleri, planları, tarihleri ve hatta sahiplerinin adları öğrenilmiştir.
Kaniş yapıları
Kaniş’te üç saray keşfedilmiştir. Karum Çağı’nda Kaniş sarayları, ikametgâh olmalarının yanı sıra Kaniş’e gelen yabancı tüccarların emniyetli bir depolama için mallarını getirdikleri, kervansaraylara benzeyen ekonomik birer merkezdir. Geniş avlular ve çok sayıdaki depo odalarına sahip olan saraylar, getirilen malların tartıldığı, ölçüldüğü ve vergilerinin hesaplanıp tahsil edildiği ekonomik kurumlardır. Sarayların dışında birbirine yakın iki yapı ortaya çıkarılmıştır. Köşelerindeki çıkıntılar nedeniyle “Dört Kuleli Mabet” diye anılan bu binalar, şiddetli bir yangınla tahrip olmuşlardır. Yazılı belgelerden ilk Hitit Kralı Anitta’nın, babası Pithana ile birlikte Kaniş’i ele geçirdikten sonra şehirde imar faaliyetlerine giriştiklerini, aralarında en az üç mabet olmak üzere birçok yapı inşa ettirdiklerini öğreniyoruz. Olasılıkla bu yapılar da Anitta’nın tanrıları adına Kaniş’te yaptırmış olduğu tapınaklardır.
Aşağı Şehir: Karum
Kültepe Höyüğü’nün etrafını çeviren tarlaların altında, Kaniş’e gelen Asurlu tüccarlar ile yerli halkın birlikte oturduğu Aşağı Şehir ortaya çıkarılmıştır. Burası, Asurlu tüccarların Anadolu’da oluşturduğu ticaret kolonilerinin merkezi olan Kaniş karumudur. Kaniş, Karum Çağı’nda Önasya’nın en büyük kentlerinden birisidir. Yukarı Şehir’in etrafında gelişen Aşağı Şehir (karum), bu dönemde 2.5 km çapındaki bir alana yayılır. Anadolu halkı bu dönemde, güneyli komşularıyla kurduğu ilişkiler sayesinde komşuları gibi okumayı-yazmayı öğrenmiş, onların fantastik inanç sisteminden esinlenmiş, yepyeni tanrılarla, hiç bilmediği karışık yaratıklarla tanışmıştır. Sadece “ticaret” ile sınırlandırılmayan bu ilişkiler ağından Anadolu insanı entelektüel olarak oldukça kazançlı çıkmıştır.
Kaniş şehri yaklaşık olarak M.Ö. 1836’da Asur Kralı Naramsin zamanında büyük bir yangınla tahrip edilmiş ancak hemen birkaç yıl sonra tekrar iskân edilmiştir. Karumdaki bu yeni yerleşimde elde edilen buluntulara göre Asur’la olan ticaret ilişkileri zayıflamış ancak buna karşılık Suriye ile ticaret ağırlık kazanmıştır. Kent bu dönemde zenginliğinden bir şey kaybetmemiş ve Kaniş Krallığı’nın merkezi olarak varlığını sürdürmüştür. Bu yerleşim de yaşam yaklaşık 110- 120 yıl kadar sürmüş, M.Ö. 18. yüzyılın sonlarında tekrar sona ermiştir. Bu ikinci felaketten sonra da yaşam devam etmiştir. Buradan elde edilen buluntular- kazılan mezarlarda bulunan önemli sayıdaki Suriye kökenli eserler- yerleşimin zayıflamasına ve yazılı belgelerin ortadan kalkmasına rağmen, güney komşuları ile ticaret bağlarının kopmadığını göstermiştir. Kısa süren bu dönemden sonra Kaniş’in, güney ile ticaret bağları kopmuş, Kaniş karumu terk edilmiştir. Mimari kalıntıların zayıf olmasına, herhangi bir yazılı belge bulunmamasına rağmen son yerleşim katı, Hitit kültürünün doğduğu dönemdir.
Kimler vardı burada?
M.Ö 2. binyılın ilk yüzyıllarında Anadolu, bir kentsel yerleşim ve çevresindeki köyleri merkez alan düzinelerce küçük devlete bölünmüştü. Bu kent devletleri yönetici çift ve devlet görevlileri tarafından yönetiliyordu. Bu devletlerin büyüklüğü ve nüfusu hakkında en doğru veriler Kültepe’den gelmektedir. En az 200 hektarlık bir alanı kaplayan Kültepe’nin nüfusu, etrafındaki en az iki düzine köyü ile birlikte 30 binleri geçmekteydi. Son analizler, her yıl yüzlerce eşek yükünün Asur’dan Anadolu’ya geldiğini göstermektedir. Bu kadar yüksek maliyetli ürünleri barındıracak pazarın büyük olması gerekir; bu da büyük bir zenginlik ve nüfus yoğunluğuna işaret eder. Anadolu’da Asurlu tüccarlara ev sahipliği yapan yaklaşık otuz yerleşim vardı; bunların toplam nüfusu çeyrek milyon, tüm Anadolu’nun nüfusu ise muhtemelen 1 milyondan fazlaydı.
Tüccar kasabaları
Asurlu tüccarlar, şehir halkıyla yan yana yaşıyorlardı. Onlara karışıyor, ticaret yapıyor ve evleniyorlardı. Ancak yasal özerkliklerini korumalarına izin veren ve onları yerel askeri ve iş gücü hizmetinden muaf tutan hakları vardı. Tüccarlar kendi topluluklarını büyüklüklerine ve ticaret ağındaki rollerine göre sınıflandırmışlardı. Bir üst, bir alt meclis ve bir yargı meclisi oluşturmak için yeterli sayıda gurbetçi Asurluya ev sahipliği yapan kasabalar, Asurcada “liman” veya “karum” olarak bilinirdi. Bir meclis için yeterli sayıda Asurlu haneye sahip daha küçük topluluklar “istasyon” ya da “wabartum”; kalıcı bir meclis oluşturamayacak kadar az sayıda Asurlu hanenin bulunduğu şehirlerde ikamet eden tüccarlar ise o yerin “sakinleri” ya da “wašbutum” olarak tanımlanırdı. Birçok durumda, Kaniş karumu Asur’un vekili olarak işlev görür ve yönetim organı ile göçmen topluluklar arasında baş arabulucu olarak hareket ederdi.
Çivi yazılı tabletler
Şimdiye kadar yapılan kazılarda tamama yakını karuma ait olmak üzere 23 binin üzerinde çivi yazılı belge bulunmuştur. Kültepe tabletleri, Anadolu tarihini başlattığı için çok daha özel bir öneme sahiptir. Aynı zamanda tabletlerin hepsi özel şahıs evlerinde bulunduğu için, dünyanın en büyük özel şahıs arşivleri olarak UNESCO Dünya Bellek Listesi’ne kaydedilmiştir.
Karumda şehircilik ve mimari
Yazılı belgelere göre karum, henüz yeri tespit edilemeyen bir surla çevrilidir. Karum şehirleri meydanlar ve çoğunluğu yağmur ve atık suları boşaltmak için ortalarında kanallar olan, kenarlarında taş kaldırımları ve bir arabanın geçebileceği genişlikteki sokaklarla ayrılmış mahallelerden oluşmaktadır. Ticaret yapmak için Kaniş’e gelen Asurlu tüccarlar ya bu evlerden satın almış veya yenisini inşa ederek yeli halkla birlikte oturmuşlardır. Hem üretimin hem de satışın yapıldığı bu ticaret merkezinde metal ve kumaş en fazla öneme sahip metalardı. Yerleşimde çok fazla metal üretim atölyesi vardı. Mimari planları sıradan evlerle aynı olsa da içlerindeki madenci ocakları, taş kalıpları, potaları, körükleri ve taş döşemeli tabanları ile kolayca ayırt edilebilmektedir. Çoğunluğu Anadolulu ustalar tarafından işletilen bu atölyelerde Anadolu’ya yabancı modelde silah ve kap-kacağın da üretildiği anlaşılıyor. Sıradan evlerde çok sayıda bulunan tezgâh ağırlıkları, ağırşak ve kirmenler, yerli kadınların da Asurlu kadınlar gibi ihtiyaçları için veya satılmak üzere kumaş dokuduğunu gösteriyor.
Tanrılar, tapınaklar ve festivaller
Asurlular ve Anadoluluların, tanrıları ve dini gelenekleri farklıydı. Kültepe’de yan yana yaşayan yerli halk ve tüccarlar birbirlerinin inançlarına saygı göstermişlerdir. Bu nedenle, Asurlular bazen kendi tanrılarına sunduklarıyla aynı işçiliğe sahip mücevherleri, Kaniş’in koruyucu tanrıçası Anna’ya adamışlar; Kanişliler de onların bazı ritüellerini benimsemişlerdir. Eski Yakın Doğu’da din için kullanılan bir kelime, atıfta bulunulabilecek hiçbir “dini alan” yoktu, tüm dünya tek bir dini alandı. M.Ö. 18. yüzyılda Asur şehri ile bugünkü kuzey Suriye’de bulunan Apum adlı ülke arasında yapılan bir antlaşma, her iki tarafın da yemin ettiği önemli tanrıların bir listesini içerir. Bu tanrıların listesi şu sözlerle sona erer: “Dağların ve (ova) ülkenin ve nehirlerin tanrıları üzerine yemin et, yer ve gök tanrıları üzerine yemin et, ilahi (dağlar) Saggar ve Zara üzerine yemin et, Amurrum ve Shubarum ülkelerinin tanrıları üzerine yemin et, mevcut oldukları gibi tüm bu tanrılar üzerine yemin et.” Bu sözler, bu çağın insanlarının dünyayı nasıl algıladıklarını açıkça ortaya koyuyor. Kaniş’te yaşayan biri evinden çıkıp Erciyes Dağı’na doğru baktığında, sadece bir dağ görmüyor, kadim ve ebedi bir tanrı hayal ediyordu; Kaniş ve civarında yaşayanlara huşu uyandıran bir kayıtsızlıkla, tepeden bakan bir tanrı. Kaniş’e varmadan önce dağı uzun süre gören Asurlu tüccarların duyguları da herhalde Anadolululardan farklı değildi. Antik Yakın Doğu’daki her şehir, bugün şehir tanrısı/tanrıçası olarak adlandırılan özel bir tanrıya ev sahipliği yapar ve onun tarafından korunurdu. Kaniş’te bu tanrıça Anna’ydı ve adı büyük olasılıkla “anne” anlamına geliyordu. Kaniş’in yerli nüfusunun büyük bir kısmının Hititli olduğu bilindiğine göre, Hitit festivallerinin öncüllerinin Kaniş’teki erken Hititler ve komşuları tarafından kutlandığı varsayılabilir. Olasılıkla Hitit dönemindekiler kadar görkemli olmasa da küçük ölçekli festivaller yapılıyordu. Anadoluluların, Asurluların da kabul edildiği festivalleri varken, Asurluların özel evlerinde küçük şapelleri vardı. Henüz tespit edilemese de Kaniş’te en azından küçük bir Asur tapınağının da var olduğu biliniyor. Höyük üzerinde Anadolu tanrılarına adanmış olması gereken birkaç tapınak ortaya çıkarılmıştır. Ne yazık ki bu yapılarda tapınılan tanrıları tespit etmek mümkün olmamıştır. Çeşitli metallerden yapılmış kolyeler de bize Anadoluluların tanrılarını nasıl hayal ettiklerini anlatıyor. Parası olanlar tarafından boyna takılan bu kolyeler, taşıyanın hangi tanrıya saygı duyduğunu herkese gösteriyordu. Tanrılar her yerdeydi; doğada, hukukta, siyasette ve elbette insanların kendileriyle birlikteydi.
Karum Çağı’ndan sonra
Karum Çağı’ndan sonra Kültepe’de Orta Anadolu’ya ve Önasya’nın büyük bir kısmına hükmedecek olan Hititlere ait bir iskân tespit edilememiştir. Ama Kültepe’de yaşayan insanlar arasında; “Neşalı”, konuştukları dile “Neşaca” diyen ve Hattuşa’da Anadolu’nun ilk devletini kuracak olan Hititlerin ataları da vardı. Zira karumda bulunan tabletlerde Hattuşalı insan isimlerine, ritüel ve deyimlere rastlanmakta; Eski Hitit Krallık Çağı’ndan itibaren Orta Anadolu’da Hitit topraklarında görülen bir çok sanat ve günlük hayata ilişkin üretim tekniklerinin öncüleri Kültepe’nin Karum Çağı tabakalarında görülmektedir. Kültepe’nin yer aldığı coğrafi bölgede yapılan jeomorfolojik çalışmalar, Hititlerin ortaya çıktığı dönemlerde ovadaki taban suyunun yükseldiğini kanıtlamıştır. Bu durumun bölgedeki tarımı, insanların ve ticareti yapılan malların ovadaki bu büyük şehre ulaşımını engellemiştir. Olasılıkla, Hititler bu nedenle burayı cazip bulmamışlar, ovadaki koşullar iyileşinceye yani Demir Çağı’na kadar, 800 yıl boyunca yerleşilmeyen Kültepe, Hititler yıkıldıktan sonra yeniden yaşam bulmuştur.
Tabal Krallığı
Hitit İmparatorluğu M.Ö. 1200’lerde yıkıldıktan sonra, Hitit topraklarında merkezi bir otorite kurulamamıştır. Bölgede Hititlerin mirasını devam ettiren bir krallık, M.Ö. 8. yüzyıldan itibaren görülmeye başlar. Tabal Krallığı, Toros geçitlerini kontrol altında tutan toprakları ve bugünkü Aksaray, Niğde, Nevşehir ve Kayseri illerini kapsar. Bu alanda keşfedilen Luvi hiyeroglifleriyle yazıtlı anıtlar, bu ülkeyi bir büyük krala bağlı küçük krallıkların oluşturduğunu açıklamakta, o dönemdeki adı bilinmemekle birlikte Kültepe’nin de Tabal Krallığı idaresinde bulunduğunu göstermektedir.