Kutsal Ayateklâ
Kutsal Ayateklâ
Kültür gezimizin son durakları Silifke, Ayateklâ, Boğsak ve Afrodisias...
Doğu Akdeniz’in en etkileyici ören yeri Uzuncaburç turumuzu tamamladıktan sonra Kilikya’nın kalbi Silifke’ye geliyoruz. Göksu ırmağının kenarına kurulu olan Silifke gerek tarih, gerek doğal zenginliğiyle bölgenin ilk yerleşim yeri. Önce Hititler, M. Ö. 3. yüzyılda da Suriye Kralı Seleukos tarafından yeniden inşa edilen Silifke’de ortaçağ yapısı, 23 burçlu kaleye tırmanıyoruz.
Antik temeller üzerine inşa edilen; Bizanslılar, Rodos Şövalyeleri ve Türkler tarafından kullanılan kale, şehrin en görkemli tepesinde. Silifke’yi kuş bakışı gören kalenin dış duvarları halen restorasyonda ama galeriler, su sarnıçları, depoların olduğu iç kısım savaş alanı sanki. Öylesine virane ki, sağlam kalan burçlardan birine ulaşıp, fotoğraf bile çekemiyoruz. Ancak kalenin dışından çevre gözlemlenebiliyor. Manzara çok görkemli. Bir tarafta şehri bir baştan bir başa kucaklayan Göksu ırmağı; durgun akan yeşil renkli suyun üstünde de inci gerdanlık gibi üç köprü... Roma döneminden kalan Calycadnus köprüsü ise en güzeli. Ama 1950’ye kadar varlığını koruyan, köprüye bağlı su değirmeni nedense yıktırılmış!.
Jüpiter Tapınağı
Kalenin eteklerinde de, şehrin su ihtiyacını karşılayan 50 metre uzunluğunda, 23 metre yüksekliğinde dev su deposu... Bizans döneminden kalan “Tekir Ambarı" eski bir mağaranın olduğu boşluğa yapılmış. Dört yanı kemerli, üstü açık sarnıç, Tekkadın’ın hakim olduğu Bahçederesi vadisinden gelen suyla besleniyormuş.
Hemen arkasında Selacuia’da sağlam kalan üç tapınaktan biri, tek sütunlu, Jüpiter Tapınağı. Tek sıra sütun planlı tapınak bir podyumun üzerinde yükselmiş. M. Ö. 2. yüzyılda yapılan tapınak 5. yüzyılda kiliseye çevrilmiş. Kaleden şehrin içine girip Tekir Ambarı’nın arka kısımlarına geliyoruz. Bir zamanlar burada tiyatro olduğu söyleniyor. Sadece sahneye çıkış bölümünün kaldığı kısımda yapılaşma felaket, çevresi çöplük haline gelmiş. Tiyatro da yooook!..
Merkezden Konya asfaltına çıkıp, bir kilometre uzaklıktaki Ayateklâ’ya doğru gidiyoruz. Kemerli tarihi yapıların olduğu yol öylesine dar ki, karşıdan biri geldiği zaman geri geri gitmek zorundayız. Nihayet Ayateklâ kaybolduktan sonra yapılan kilisenin bulunduğu alandayız. Meydanda, sadece mihrap kısmı kalan bir kilise var; tam karşısında su sarnıcı (eskiden manastır olarak kullanılmış)... Ören yerinin bekçisi Mehmet Şirin’le birlikte Ayateklâ’nın yaşadığı mağaraya geldiğimiz zaman önce demir kapının kilidi açılıyor, sonra taş merdivenlerden aşağıya iniyoruz. Hıristiyanlık dini serbest olduktan sonra kiliseye çevrilen yapının içinde mezar, inziva odası, tünel var. Bizans döneminde havalandırma deliği yapılan kilisenin içindeki vaftiz çukurunda bulunan haç işareti, hayal meyal seçiliyor. Kıbrıs Rum bölgesindeki bir kiliseden gönderilen Ayateklâ resmi ise mağaranın mihrap kısmına yerleştirilmiş.
Azize Ayateklâ
Gelelim Ayateklâ’nın kim olduğuna:
İsa’nın 12 havarisinden biri olan St. Paul, Isparta Yalvaç’tan kovulunca Konya’ya gelir. Onesiphoros adındaki bir kişi onu evinde konuk ederken, St. Paul de Hıristiyanlığı yaymak için çevresindeki insanlara vaazlar verir. Komşu evde oturan Teklâ bu konuşmalardan çok etkilenince, nişanlısından bile ayrılmış. Annesi ve nişanlısı şikayet edince St. Paul, Konya valisi Cestilius tarafından zindana atılır. Havarinin konuşmasından etkilenen Teklâ, gümüş bir ayna hediye edip, zindan bekçisini kandırınca yüzünü bile görmediği St. Paul’un yanına ulaşır. Önünde diz çöküp, öğütlerini dinler. Olay duyulunca St. Paul şehirden atılır. Teklâ’nın da yakılmasına karar verilir. Ancak sağanak yağmur bu ateşi söndürür, her tarafı seller kaplar. Ölümden kurtulan Teklâ şehrin dışındaki mezarlığa sığınan St. Paul’u bulur. Saçını erkek gibi kestikten sonra artık onun yanından ayrılmaz. Birlikte Yalvaç’a giderler. Ancak Alexandros adındaki bir soylu Teklâ’ya aşık olunca genç kızın başı yine derde girer. Yırtıcı hayvanlara parçalatılmak üzere sirke çıkartılır. Hayvanlar değil parçalamak, onu himayelerine bile alınca Yalvaç valisi Teklâ’yı serbest bırakmak zorunda kalır. Teklâ yine yollara düşer. St. Paul’u, Kaş yakınlarındaki Demre’de (Myra) bulur. Başından geçenleri anlatıp, vedalaştıktan sonra Konya’ya döner ama doğduğu yerde fazla kalmaz. Silifke’ye gidip, bir mağaraya sığınır. 30 yıl boyunca insanları aydınlatır. Hastaları iyileştirir. Puta tapanlar tarafından öldürüleceği sırada kaya yarılıp, yerin derinliklerinde kaybolur.
Hıristiyanların hac yeri
Tekla’nın kaybolmasından 213 yıl sonra Hıristiyanlık serbest bırakılınca mağaranın üstüne kilise yapılır. Teklâ’nın yaşadığı mağara, daha sonraki yıllarda dini yapı haline dönüştürülür.
İsa peygamberin inanışı doğrultusunda çok tanrılı dine karşı tek tanrılı inancı yayan Teklâ, o tarihten sonra Hıristiyanlığın ilk kadın azizesi olur.
Azize Ayateklâ adına yapılan dünyadaki ilk kilisede her yıl 23 Eylül’de Katolikler, ertesi gün de İstanbul Rum Fener Patriği önderliğinde Ortodokslar ayin yapıyor. Ayateklâ Hıristiyanların en kutsal yerlerinden biri olduğu için onu ziyaret edenler de “hacı" oluyor.
Ayateklâ’dan sonra Taşucu, ardından Boğsak’a geliyoruz. Boğsak bölgenin en güzel koylarından biri. Sakin, sessiz, iddiasız ama bana göre çok iddialı. Yapılaşma yok denecek kadar az.
Artık yorgun ve açız. Dere ile denizin birleştiği yerdeki Boğsak Balık Lokantasına gidiyoruz. Lokantanın sahibi Abdullah Bey denizden yeni çıkan sinarit ve mercanı gösterince yorgunluk gidiyor. Masaya önce turşu tabağı, salata, sonra kömürde pişen mercan geliyor. Dolunay, karşıdaki adanın arkasından alevle doğarken, gençler de sahilde ateş yakıp, şarkılar söylüyor.
Artık son gün. Sabah erkenden denize girip, kahvaltımızı yaptıktan sonra çam ağaçlarının gölgesine sığınarak Aydıncık’a doğru yol alıyoruz. Önce Akdere, 14 kilometre sonra da Afrodisias kavşağındayız. Afrodisias da 14 kilometre ama ören yerine giden yolun başı toprak, çukur içinde. Moralimizi bozmadan kötü yola giriyoruz. Bir kilometre sonra toprak bitip, asfalt başlıyor. Virajlara girince Garbis saymaya başlıyor. Tam 98 keskin viraj. Ardından antik Afrodisias ören yeri tüm görkemiyle karşımıza çıkıyor.
Boğsak’tan Afrodisias’a
Derin bir koy, karşısında minik ada. Birkaç yelkenli boğazdan girerken, balıkçılar da günün rızkını toplamak için lacivert sulara açılıyor. Burası da tatil köylerinin hücumuna uğramış ama yine de çok güzel bir köşe. Titan adıyla anılan koyun karşı köşesindeki ören yerine gidiyoruz. Bölgede henüz bir kazı yapılmamış. Ancak kilisenin taban mozaiği ortaya çıkarılmış. Mozaik yıpranmasın diye üstü kumla örtülmüş. Fotoğraf çekmek için elimdeki bezle mozaiği açıyorum. İlk kuşlar kanat çırpıyor, sonra bitki motifleri çıkıyor karşıma. Kilise tabanındaki mozaik öylesine canlı ki, sanki yeni yapılmış. Açtıkça açasım geliyor ama gücüm de yavaş yavaş tükeniyor. Fotoğraf çektikten sonra, mozaiki eski haline getiriyoruz. Artık dönüş. Hava sıcak, üstüm başım toz içinde. Denize girmek istiyorum ama ya uçağı kaçırırsak...
Hatay, Adana ve Mersin bölgesi tarih hazineleriyle kaplı. Antakya ve Silifke’deki tarihi dokuyu kavramak, insan yaşantılarının gizem dolu dünyalarına yolculuk yapmak için en az bir hafta ayırmak zorundasınız. Biz soluk almadan, hatta denize bile çok az girebildiğimiz bu gezimizi sekiz güne sığdırmak zorunda kaldık. Sizler nasıl yaparsınız bilemem ama bu güzelim yerlere sonbaharda yolculuğu hararetle öneriyorum.
Narlıkuyu’da Kerim’in Yeri
Sinarit ve Mercan bolluğu
Tel: 0 322 436 25 63