Erkek ısmarladılar kız oldu
Erkek ısmarladılar kız oldu
|
GEÇEN gün Hürriyet'e manşet olan tıp dünyasının yeni buluşu "isteyene kız, isteyene erkek çocuk" uygulaması tüm dünyada çok rağbet göreceğe benziyor.
Aslında "cinsiyet ısmarlama" konusunda Türkiye epey yol katetmiş durumda.
Yalnız burada birazcık tersine işliyor:
Bir tanıdığım bu uygulamayı başlatan bir doktora (adı bende saklı) erkek çocuk isteğiyle başvuruyor.
Doktor tüm gerekenleri yapıyor ve kadın hamile kalıyor.
Tabi erkek çocuk geliyor diye evin içinde bir sevinç bir sevinç...
Hamileliğin üçüncü ayına gelindiğinde bebeğin sağlık durumu kontrol edilirkeeen... O da ne? SÜRPRİİİZ! Çocuğun kız olduğu ortaya çıkıyor.
Altı ay sonra da küçük bir kız çocuğu dünyaya geliyor.
Yani erkek çocuk istiyorsanız doktora kız diyeceksiniz ki tersi olsun.
Bebeğin cinsiyeti belli olduğunda o doktorun yüz ifadesini görmek isterdim doğrusu.
Boşuna dememişler "ALLAHIN İŞİNE KARIŞILMAZ" diye.
Geçen kış, o ünlü şarkıdaki gibi "La Vie En Rose" (Pembe Hayat) adında bir film izlemiştim.
Bu sevimli olduğu kadar trajik film, kendisini kız zanneden küçük bir erkek çocuğun hikayesini anlatıyor.
Sürekli kız elbiseleri giyip makyaj yapan bu çocuk, ailesinin ve arkadaşlarının garip bakışlarına ve karşı çıkmalarına bir türlü anlam veremiyor.
Bir gece rüyasında, doğarken kromozomlarının karıştığını, X'in yanlışlıkla düştüğünü, onun yerini son anda Y'nin aldığını görüyor ve uyandığında annesine koşarak rüyasını anlatıyor.
Kendisinin kız olacağını ama son anda erkek doğduğunu söyleyip davranışlarına bir açıklık getirmeye çalışıyor.
İşte yapılmak istenen bu...
Kromozomlarla oynayıp isteyene kız, isteyene erkek çocuk doğurtmak.
Aslında bu Türkiye için büyük bir tehlike.
Çünkü bizim gibi maço toplumlarda, hemen herkes erkek çocuk doğurmak için sıraya girecektir.
Memlekette kızlar evlenecek erkek bulamıyor. O bakımdan iyi birşey elbet...
Ama ileride, erkek sayısı kız sayısını geçince ne olacağını düşünmek bile istemiyorum.
Tabi müslüman bir ülkede, İngiltere'de ve İsveç'te olduğu gibi erkeklerin erkeklerle evlenmesi düşünülemeyeceğinden tek çare olarak, erkeklerin yarısının cinsiyet değiştirmesi kalıyor.
Yazık değil mi? Baştan kız doğsalar da bu eziyeti çekmeseler daha iyi olmaz mı?
Şaka bir yana, bencilce istekler uğruna doğanın dengesiyle oynamak çok yanlış geliyor bana. Ne dersiniz?
AİLE dostumuz Dr. Eser Alptekin, keşfettiği "gülerek uyanma" yöntemiyle kendi kendini tedavi ediyor...
Bu yönteme göre kendinizi şartlandırıp her sabah gülerek uyanacaksınız.
Dr. Alptekin, bu şekilde bir çok hastalığın önlenebileceğini ve yenileceğini söylüyor.
Bir sabah uyandığında gülmüyorsa, kendisini şartlandırıp tekrar kısa bir süre uykuya dalıyormuş ve sonra yine gülerek uyanıyormuş.
Bence herkes bunu denemeli.
"Başımda bunca dert varken nasıl gülerek uyanayım" demeyin...
Herkesin binbir prolemi var.
Hepimizin içinde ölüm acısı, geçim derdi, iş sorunları vs. var.
Yine de daha sağlıklı ve mutlu yaşamak, problemlerimizin üstesinden gelebilmek için bunu yapmalıyız.
65 milyon insanın her sabah gülerek uyandığını düşünebiliyor musunuz?
Türkiye'nin gülen yüzlerin ışığında nasıl aydınlanacağını gözünüzün önüne getirebiliyor musunuz?
Bence denemeye değer...
DÜNYANIN pek çok yerinde hala insanlar eski çağlardaki gibi evin içinde ateş yakarak yemek pişirirken, gelişmiş ülkelerde bazı evlerde şöyle bir manzara var:
Evin hanımı, işi için kullandığı "Laptop"unda alışveriş listesi yaparken evin çocuğu internette "chat" yapar.
Bu arada "Reuters"ten dünya haberlerini takip eden baba, diğer ekrandan da "dünya borsaları"nı izler.
Daha sonra bir araya gelen aile, "mikrofırın"da 2 dakikada ısıtılan ve "sanal Migros"tan ısmarlanan pizzayı gövdeye indirirken "Armageddon" filmini "DVD"ye takıp büyük ekran "Sony"de seyrederek birlikte birşeyler yapmanın keyfini çıkarırlar.
Evlerin içi makinadan geçilmiyor.
Bilgisayarlar, mikrofırınlar ve son yıllarda terminolojimize iyice yerleşen "CD Rom"lar "Scanner"lar, "DVD"ler, "Surround" sistemler ve daha neler neler hayatımıza iyice girdiler.
Ekranların başında geçirilen saatler, uykusuz geceler ve kıpkırmızı gözler...
Acaba ileride ne olacak diye merak eder dururum.
Gelecekte otomatik olmayan herhangi bir eşya girecek mi evimize?
Sanmıyorum.
Evlerimiz yavaş yavaş "Jetgiller"in evine dönüşüyor.
Ama maalesef bilgiye ulaşmamız, her türlü işimizi yapmamız kolaylaştıkça doğallıktan ve insani özelliklerimizden uzaklaşıyoruz.
Teknoloji ilerledikçe kolaycılıktan vazgeçmemiz imkansız ama arada bir de karşımızdaki ekrandan başımızı kaldırıp göğe bakarsak insanlığımızı unutmayız gibi geliyor bana.
SİZCE 2000'li yıllara doğru Türkiye'de bazı devlet kuruluşları farelerden nasıl arındırılıyor?
Bilimsel tekniklerle, ilaçlamayla ya da özel aletlerle diyeceksiniz değil mi?
Hayır.
Geçen gün Kültür Bakanlığı'na "FARE İMHA EKİBİ" adı altında bir grup insan geldi.
Bu ekip, bakanlığın çeşitli köşelerine koydukları zehirli peynirlerle fareleri yakalamaya çalışıyordu.
Bu peynirlere gelmeyen fareleri de sopalarla kovalıyorlardı.
Düşünün, elinde sopalarla bir sürü adam bakanlığın koridorlarında fare kovalıyor, sekreterler çığlık çığlığa bağırıyor ve Türkiye, 21. yüzyıla hazırlanıyor...
İnsanın kötü gününü paylaşmak dostluğu gerektirir,
ama bir dostun başarısını paylaşmak daha yüksek ruh özelliği gerektirir.
OSCAR WILDE
Aslında "cinsiyet ısmarlama" konusunda Türkiye epey yol katetmiş durumda.
Yalnız burada birazcık tersine işliyor:
Bir tanıdığım bu uygulamayı başlatan bir doktora (adı bende saklı) erkek çocuk isteğiyle başvuruyor.
Doktor tüm gerekenleri yapıyor ve kadın hamile kalıyor.
Tabi erkek çocuk geliyor diye evin içinde bir sevinç bir sevinç...
Hamileliğin üçüncü ayına gelindiğinde bebeğin sağlık durumu kontrol edilirkeeen... O da ne? SÜRPRİİİZ! Çocuğun kız olduğu ortaya çıkıyor.
Altı ay sonra da küçük bir kız çocuğu dünyaya geliyor.
Yani erkek çocuk istiyorsanız doktora kız diyeceksiniz ki tersi olsun.
Bebeğin cinsiyeti belli olduğunda o doktorun yüz ifadesini görmek isterdim doğrusu.
Boşuna dememişler "ALLAHIN İŞİNE KARIŞILMAZ" diye.
Geçen kış, o ünlü şarkıdaki gibi "La Vie En Rose" (Pembe Hayat) adında bir film izlemiştim.
Bu sevimli olduğu kadar trajik film, kendisini kız zanneden küçük bir erkek çocuğun hikayesini anlatıyor.
Sürekli kız elbiseleri giyip makyaj yapan bu çocuk, ailesinin ve arkadaşlarının garip bakışlarına ve karşı çıkmalarına bir türlü anlam veremiyor.
Bir gece rüyasında, doğarken kromozomlarının karıştığını, X'in yanlışlıkla düştüğünü, onun yerini son anda Y'nin aldığını görüyor ve uyandığında annesine koşarak rüyasını anlatıyor.
Kendisinin kız olacağını ama son anda erkek doğduğunu söyleyip davranışlarına bir açıklık getirmeye çalışıyor.
İşte yapılmak istenen bu...
Kromozomlarla oynayıp isteyene kız, isteyene erkek çocuk doğurtmak.
Aslında bu Türkiye için büyük bir tehlike.
Çünkü bizim gibi maço toplumlarda, hemen herkes erkek çocuk doğurmak için sıraya girecektir.
Memlekette kızlar evlenecek erkek bulamıyor. O bakımdan iyi birşey elbet...
Ama ileride, erkek sayısı kız sayısını geçince ne olacağını düşünmek bile istemiyorum.
Tabi müslüman bir ülkede, İngiltere'de ve İsveç'te olduğu gibi erkeklerin erkeklerle evlenmesi düşünülemeyeceğinden tek çare olarak, erkeklerin yarısının cinsiyet değiştirmesi kalıyor.
Yazık değil mi? Baştan kız doğsalar da bu eziyeti çekmeseler daha iyi olmaz mı?
Şaka bir yana, bencilce istekler uğruna doğanın dengesiyle oynamak çok yanlış geliyor bana. Ne dersiniz?
AİLE dostumuz Dr. Eser Alptekin, keşfettiği "gülerek uyanma" yöntemiyle kendi kendini tedavi ediyor...
Bu yönteme göre kendinizi şartlandırıp her sabah gülerek uyanacaksınız.
Dr. Alptekin, bu şekilde bir çok hastalığın önlenebileceğini ve yenileceğini söylüyor.
Bir sabah uyandığında gülmüyorsa, kendisini şartlandırıp tekrar kısa bir süre uykuya dalıyormuş ve sonra yine gülerek uyanıyormuş.
Bence herkes bunu denemeli.
"Başımda bunca dert varken nasıl gülerek uyanayım" demeyin...
Herkesin binbir prolemi var.
Hepimizin içinde ölüm acısı, geçim derdi, iş sorunları vs. var.
Yine de daha sağlıklı ve mutlu yaşamak, problemlerimizin üstesinden gelebilmek için bunu yapmalıyız.
65 milyon insanın her sabah gülerek uyandığını düşünebiliyor musunuz?
Türkiye'nin gülen yüzlerin ışığında nasıl aydınlanacağını gözünüzün önüne getirebiliyor musunuz?
Bence denemeye değer...
DÜNYANIN pek çok yerinde hala insanlar eski çağlardaki gibi evin içinde ateş yakarak yemek pişirirken, gelişmiş ülkelerde bazı evlerde şöyle bir manzara var:
Evin hanımı, işi için kullandığı "Laptop"unda alışveriş listesi yaparken evin çocuğu internette "chat" yapar.
Bu arada "Reuters"ten dünya haberlerini takip eden baba, diğer ekrandan da "dünya borsaları"nı izler.
Daha sonra bir araya gelen aile, "mikrofırın"da 2 dakikada ısıtılan ve "sanal Migros"tan ısmarlanan pizzayı gövdeye indirirken "Armageddon" filmini "DVD"ye takıp büyük ekran "Sony"de seyrederek birlikte birşeyler yapmanın keyfini çıkarırlar.
Evlerin içi makinadan geçilmiyor.
Bilgisayarlar, mikrofırınlar ve son yıllarda terminolojimize iyice yerleşen "CD Rom"lar "Scanner"lar, "DVD"ler, "Surround" sistemler ve daha neler neler hayatımıza iyice girdiler.
Ekranların başında geçirilen saatler, uykusuz geceler ve kıpkırmızı gözler...
Acaba ileride ne olacak diye merak eder dururum.
Gelecekte otomatik olmayan herhangi bir eşya girecek mi evimize?
Sanmıyorum.
Evlerimiz yavaş yavaş "Jetgiller"in evine dönüşüyor.
Ama maalesef bilgiye ulaşmamız, her türlü işimizi yapmamız kolaylaştıkça doğallıktan ve insani özelliklerimizden uzaklaşıyoruz.
Teknoloji ilerledikçe kolaycılıktan vazgeçmemiz imkansız ama arada bir de karşımızdaki ekrandan başımızı kaldırıp göğe bakarsak insanlığımızı unutmayız gibi geliyor bana.
SİZCE 2000'li yıllara doğru Türkiye'de bazı devlet kuruluşları farelerden nasıl arındırılıyor?
Bilimsel tekniklerle, ilaçlamayla ya da özel aletlerle diyeceksiniz değil mi?
Hayır.
Geçen gün Kültür Bakanlığı'na "FARE İMHA EKİBİ" adı altında bir grup insan geldi.
Bu ekip, bakanlığın çeşitli köşelerine koydukları zehirli peynirlerle fareleri yakalamaya çalışıyordu.
Bu peynirlere gelmeyen fareleri de sopalarla kovalıyorlardı.
Düşünün, elinde sopalarla bir sürü adam bakanlığın koridorlarında fare kovalıyor, sekreterler çığlık çığlığa bağırıyor ve Türkiye, 21. yüzyıla hazırlanıyor...
İnsanın kötü gününü paylaşmak dostluğu gerektirir,
ama bir dostun başarısını paylaşmak daha yüksek ruh özelliği gerektirir.
OSCAR WILDE