SAĞLIK
YEMEK
ASTROLOJİ
GÜZELLİK

Doğum de, dur

Doğum de, dur

|


Türkiye’nin en zayıf günlerinde akla en zor gelecek tercihi yapıp tıp okudu Pakize Tarzi. O halen pekçok çocuğun manevi annesi durumunda


       Yeni kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti’nin, Atatürk Türkiye’sinin bir genci olarak Tıp Fakültesi’ni bitirdiğimde; bütün dünyanın ıstırabını dindirecek bir enerjiye sahipmişçesine hekimlik mesleğine atıldım!"
       Tam elli beş yıl, bir ömür kadar uzun bir süre, “insanların ıstırabını dindirme" aşkıyla hekimlik yapan, klinikler, laboratuvarlar kuran Pakize Tarzi bu sözlerle özetliyordu mesleğine adanış öyküsünü.

Saygın kimse!..

       O bir seferberlik dönemi çocuğuydu. Dünyaya gözlerini açtığında henüz Osmanlı tebasıydı. Ziraat Bankası müfettişi olan babası Ahmet İzzet Bey’in görevi dolayısıyla gittikleri Suriye’de geçmişti çocukluğunun bir bölümü. Halep’te doğmuş, Şam’da büyümüştü. Savaş yıllarıydı ama o bundan habersiz, evlerinin bahçesinde ceylan, keklik, tavşan, tay, güvercin ve kedilerden oluşan minik bir hayvanat bahçesi kurmuştu. Sakat, yaralı, hasta kedileri burada topluyor, besleyip bakımını yapıyordu. Dört yaşındaki Pakize’nin ileride hekim olacağını, Hayvanları Koruma Derneği’nin kurucuları arasında yer alacağını tahmin etmek güç değildi belki.
       “Evde, sağlıklı yaşamımıza özel bir önem verildiğini de belirtmeliyim. Aile doktorumuz Ali Rıza Bey, belirli aralıklarla gelip sırayla hepimizin dişlerini, bademciklerini muayene ederdi. Onun geleceğini evdeki hazırlıklardan anlardım. Her yer temizlenir, gümüşler parlatılır, en değerli kahve takımları çıkarılırdı. Bu hazırlıklar çocuk benliğimde, hekimin saygı duyulacak bir kimse olduğu inancını yaratmış ve yıllar sonraki meslek seçimimi etkilemişti."

Savaş her yerde

       Şam’daki mutlu yılları uzun sürmez küçük Pakize’nin. Babası sık sık teftişlere çıkmakta, annesi hasta yatmaktayken, evi çekip çeviren ablası menenjitten ölür. Ve bütün bunlar yaşanırken bir gün, bir saat içinde evlerini terk edip yurda dönmek zorunda kalırlar... Üstelik babaları yanlarında olmadan...
       Adana’ya kapağı atmışlar, orada Ziraat Bankası müdürünün evine sığınmışlardı, ama yine huzuru bulamamışlardı; çünkü onlar yerleştikten hemen sonra Adana’yı Fransızlar işgal etmişti!
       Bu kez Konya’ya göçmüşler, yıkık dökük bir eve atmışlardı kendilerini. Amcaları Mustafa Tevfik Bey de Konya Merkez Komutanlığı’na getirilmişti. Şam’dan Adana’ya, oradan Orta Anadolu’nun bozkırına koşuşturan aile bireyleri bu hızlı iklim değişiklikleri yüzünden hastalanmıştı. Daha da kötüsü, Konya’da ayaklanmaların, Kuva - yı Milliye düşmanlarının ortasında bulmuşlardı kendilerini.

İlle de tıp

       Kısa çorap giyen, bukleli saçları dalga dalga dökülen küçük Pakize ise, bu kan ve barut kokan günlerde Konya’daki Fransız okulunda öğrenim görmeye çalışıyordu. Derken bir gün evlerinin kapısı çalındı; vahşi bir insan sürüsünün saldırısına uğradılar!.. Delibaş Ayaklanması içinde yer alan iç düşmanlardı bunlar! Babaları görevdeydi yine, anneleri bakıma muhtaç bir hastaydı; başlarında yalnızca 18 yaşında bir genç kız olan Kamyap ablaları vardı. Evde silah arayan vahşiler, bu genç kızın göğsüne dipçikle vurarak silahların yerini soruyor, gördükleri her şeyi kırıp döküyorlardı... Sonuçta bir şey bulamamışlardı ama, ağzından burnundan kan boşalan genç kızın yaşamına mal olmuştu bu arama... Kızının ölümünü, teftiş görevinden dönünce öğrenen Ahmet İzzet Bey, üzüntüsünden eve kapanacak ve bir gecede tüm saçları ağaracaktı...
       Bu acı üzerine Konya’yı terk edip Bursa’ya yerleşen aile, yitirdikleri huzuru burada bulmaya çalışıyordu. Bursa’da yatılı Amerikan Kız Koleji’ne yazılan Pakize, hocalarının sevgisini kazanarak ve çalışkan bir öğrenci olarak kendini derslerine verirken; dışarıda, uzun ve çileli bir savaş bitmiş, Gazi Mustafa Kemal Paşa Cumhuriyet’i ilan etmişti!
       “Cumhuriyet’in ilanının ertesi günü şehirde büyük bir bayram sevinci yaşandı. Herkes sokağa döküldü. Evden fırladık... Başımıza, Bursa kılıç - kalkan ekibinin bellerine bağladıkları rengarenk kuşaklardan sarıp yollardaki insan seline karıştık. Onlarla birlikte coşuyor, koşuyor, zıplıyorduk..."
       Bursa’da liseyi bitirdi ve babası pek istemese de, inatla İstanbul’da tıp okumayı aklına koydu. Oysa ailesi tarih öğrenimi için Lozan’a gitmesini istiyordu. Sonuçta onun istediği oldu ve Tıp Fakültesi’ne yazıldı... Aile, bu kez de Pakize’nin okuması için bulunduğu kenti terk ederek alelacele İstanbul’a taşınmak durumunda kalmıştı.
       “Dersler ağırdı. O dersten ötekine koşturmak ve çok çalışmak gerekiyordu. Ayrıca tıp dilini de anlayamıyordum. Arapça Farsça köklerden yapılan ve içinden çıkılamayan Osmanlıca terimlerle doluydu bütün dersler."
       O yıllarda kızlarını tıp fakültesine gönderen aile sayısı, bir elin parmakları kadar bile değildir. Hocalar, okul bahçesinde erkek öğrencilerle konuşan kızlara iyi gözle bakmazlar. Dahası giyim kuşama bile okul yönetimi sınır getirmiştir. “Bluzlarla kravatından, plili etekten vazgeçmem güç oldu. Ne giyeceğimi bilemez duruma geldim... Öğlen yemeklerini arkadaşım Hatice ile boş bir sınıfta yiyor, hemen derse ya da laboratuvara koşuyorduk. Yemekhaneye gitmekten kaçınmamızın sebebi, erkek arkadaşların bizimle fazla ilgilenmeye başlamış olmalarıydı."

Kısmet Prensmiş

       Bir gün Tıp Fakültesi’ne, Afganistan Kraliyet ailesine mensup bir prens gelir. Onun gelişi dolayısıyla okul, hastane temizlenir, boyanır. Pakize, prensle pek ilgilenmemekle birlikte, okulun kapısında birkaç saniye göz göze gelirler öyle: “Birbirimizi tanımadan birkaç saniyelik bakıştığımız bir zatla hayatımızı birleştireceğimizi ve 45 yıl birlikte yaşayacağımızı söyleseler, güler geçerdim herhalde..."
       Büyük bir rastlantı sonucu, Afgan Kralı’nın kalabalık ailesi Şişli’de bir apartman katına yerleşirler. Bu apartmanda, aynı zamanda Pakize ile ailesi de oturmaktadır.
       Hareketli, yorucu, ama sonuçta başarılı bir öğrencilik döneminin ardından stajını yapar Pakize. Çeşitli hocalardan asistanlık önerileri alır. Asabiyeci Fahrettin Kerim Gökay, ısrarla kendi kürsüsünde kalmasını ister... Ama o seçim yapmakta zorlanır. Kararsızdır. Kararını verinceye kadar kadın doğumda “fahri asistanlık" yapar; işe başlar ve o bölümde kalakalır. Yıl, 1932.

Özel doğum kliniği

       “Doğumhaneye her girişimde, ibadethaneye giriyormuşum gibi bir duyguya kapılıyordum. Kadının yaratıcı gücünün etkisindeydim. Yaratıcı nefesini hissediyordum artık. Her doğum benim için bir mucizeydi. Doğum sırasında anne olabilmek için çırpınan kadınların yüceliği önünde eğilirken bunları düşünürdüm."
       Bu anlayış içinde mesleğini icra eden Pakize Tarzi bir süre de, eşinin ailesinin bulunduğu Roma’da çalıştıktan sonra yeniden yurda döner ve yine bütün insancıl duygularıyla kendi insanlarının sağlığı için çaba gösterir. Bir gün şunu fark eder ki, tüberkülozlu ya da başka bulaşıcı hastalıklar taşıyan insanlarla aynı çatı altında doğumlar yaptırılmakta, çocuklar dünyaya getirilmekte. Veremli bir hastaya hizmet eden hasta bakıcı çoğu zaman elini bile yıkayamadan, yeni doğmuş bir çocuğu kucaklamakta. Bu iç içelik onu dehşete düşürür ve ilk kez özel bir doğum kliniği açma düşüncesine kapılır. “Bu düşüncemi açtığım herkes, konunun parasal yönünü ön plana alıyor ve beni caydırmaya çalışıyorlardı."
       Oysa Pakize Tarzi parayı değil, insan sağlığını, insan mutluluğunu önemseyen o yitik kuşağın insanlarındandı. Günümüzde örneğine çok az rastlanan ve koruma altına alınması gereken son kadınlardandı. Ve yeryüzüne merhaba diyen bebeklerin sağlıklı bir ortamda doğma haklarını olsa olsa Pakize Tarzi soyundan bir doktor savunabilirdi.
       “Klinikte bir ev havası olmasına dikkat ettim. Odalarda mavi ve pembe renkler hakimdi. Vazolar, yemek takımları pırıl pırıl gümüştendi. İstanbul Üniversitesi’nin ilk bayan - doğum uzmanı, İstanbul’da ilk özel kadın - doğum kliniğini açıyordu. Kurdeleyi, Vali ve Belediye Başkanı Lütfi Kırdar’ın eşi kesti. Beklemeye başladık. İlk bebeğin annesine bir altın saat, babasına da bir altın kalem armağan edecektim."
       Uzun sürmez, Amerika’dan yeni dönen bir çift doğum için başvururlar kliniğe. Doğum kolayca gerçekleştirilir.
       Bu arada “Heparin" denilen bir ilacın alerji yarattığı, kangrene yol açtığı saptanır klinikte. Bu, dünyada gözlemlenen ilk “vakaödır. Yapılan bilimsel değerlendirmeler de bu saptamayı doğrulayınca, olay tıp literatürüne geçer. Birdenbire Türk ve dünya basınının ilgi odağında yer alır Pakize Tarzi Kliniği. Haberler, röportajlar birbirini izler....

Utanılacak zaman

       Ancak meslek hayatındaki başarılarının, çalışkanlığının ve ilerleyişinin bedelini ödercesine, özel yaşamında acılar tatmaya devam eder hep: Babasının, annesinin ölümleri, eşi Prens Fettah Tarzi’nin uzun süren hastalığı ve ölümü, ablası Samiye Saltık’ın ölümü, kızının ve kendisinin rahatsızlıkları, ameliyatları. Art arda ve üst üste biner Pakize Tarzi’nin iyilikle dolu olan yüreğine. Yitirdiklerinin acısını içinde duya duya yoluna devam eder. Alıp başını bir zaman İstanbul’dan gider. Gider de, hayata beraber başladığı insanların yok oluşlarıyla kanayan gönlüne bir avuntu arar.
       Kendi deyimiyle, zaman bir meltem gibi değil, deli bir bora gibi geçip gider. Bir gün arkadaşlarından aldığı bir davetiyeyle fark eder ki, tıp fakültesinden mezun oluşunun üzerinden tam elli yıl geçmiş!.. Farkında bile olmamıştır geçip giden zamanın. Çünkü Pakize Tarzi, ileriye bakmaktan, yenilik peşinde koşmaktan, daha çağdaş sağlık hizmeti düşünmekten, geçmişe bakacak zaman bulamamıştır.
       Peki ya şimdi ne yapıyor, bu eski zamanlardan kalma tıp meleği? Şimdi evinde, kah kendi sağlık sorunlarıyla uğraşarak, kah çocukları ve torunlarıyla bir arada olmanın mutluluğunu yaşayarak gün geçiriyor.
       Şimdi, doksanına doğru ağır ağır çıkarken basamakları Pakize Tarzi; parasız hastayı kabul etmeyen doktorların varlığını, cenazeleri rehin alan hastaneleri duydukça, mesleği adına, insanlık adına utanç duymaktan kendini alamıyor.

       YARIN: HADİYE GÜNTEKİN

© Copyright 2025

Türkiye'den ve Dünya’dan son dakika haberler, köşe yazıları, magazinden siyasete, spordan seyahate bütün konuların tek adresi milliyet.com.tr; Milliyet.com.tr haber içerikleri izin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez, kanuna aykırı ve izinsiz olarak kopyalanamaz, başka yerde yayınlanamaz.