Zor bir dönemden geçiyoruz. Bu kesin.
Kimsenin kimseye güveni kalmadı. Bu da kesin.
Öyle ya da böyle, bir şeylerden korkmayan yok!
Peki, sokaktaki simitçiden üniversitedeki profesöre kadar, hemen herkes korku tünelinden mi geçiyor yoksa böyle bir algı mı yaratıldı?
Son aylarda gelen hemen her mesajın altında şu ya da benzeri dip not var:
“Sizden ricam, adım saklı kalsın”
Yazdıkları konular, kendileri açısından çok önemli ama ne ulusal güvenliğimizi ilgilendiriyor, ne herhangi birini hedef alıyor, ne de siyasi bir içerik taşıyor.
O zaman bu tedirginlik niye?
Sosyal bilimlerin önemi bu noktada ortaya çıkıyor.
Yaratılan ya da empoze edilen bu korku imparatorluğunun gerekçeleri neler?
Onca üniversitemiz, on binlerce bilim insanımız var.
Keşke biraz da bu konulara kafa yorsalar.
Eminim ki içlerinde bu sorunun cevabını verecek araştırmalara imza atan da söyleyecek lafı olan da fazlasıyla var! Ama ne kadarı “Sizden ricam, adım saklı kalsın” notunu düşmeden bu görüşlerini bize gönderir, bu konuda, hiçbir şey söyleyemem ya da söylemek istemem. Çünkü rahat konuşan zor çıkar!
Konuşma özgürlüğünün olmadığı bir üniversite düşünülebilir mi?
Asla. Hele ki bilimsel konularda.
Ama üniversitelerimiz öylesine derin bir sessizlik içerisindekiler ki onları yeniden konuşur hale getirmek, muhtemelen uzun yıllar alacak!.
Peki, bu konuda baskı yaratan kim?
Hükümet mi, YÖK mü, rektörler mi, mahalle baskısı mı yoksa kimilerinin iddia ettiği gibi paranoya mı?
Kişiden kişiye değişir ama hepsinden biraz olduğu kesin.
Yoksa durduk yere neden böyle bir noktaya gelinsin ki!..
Şimdi asıl önemli olan, normale nasıl dönebiliriz?
Yoksa çok sıradan bir eleştirinin altına bile imza koymaktan çekinen profesörler, öğretmenler, nasıl, soran, sorgulayan, özgüveni yüksek nesiller yetiştirebilir ki!..
Eğitim=Sınav değil!
Eğitim sistemimiz sınavlara endekslendiği için, düşünen, sorgulayan, üreten, gülen, güldüren gibi kazandırılması gereken donanımları çoktan unuttuk.
Oysa çocuklarımızın hayattan kopartılmaya değil, mutlu olmaya ihtiyaçları var.
Ve bunun yolu da korkudan, içe kapanmaktan, nemelazımcılıktan değil, daha çok çalışmaktan, hoşgörüden ve “benim” demekten geçiyor.
Okul ziyaretlerinde, sergilenen öğrenci çalışmalarına göz atarım. Bazen duvarları süsleyen öylesine güzel resimler olur ki kendilerini tebrik etmek isterim. Ama eserlerin altında, ne yapanın ismi var ne de yapıldığı yıl.
Neredeyse tüm okullarda hatta üniversitelerde durum farklı değil.
Aidiyet ve kişilik duyguları öyle bir anda var olmuyor.
Sen ona ve yaptığına saygı duyacaksın ki o da sana duysun.
Türkiye’nin asıl sorunu da zaten bu, karşıdan ne bekliyorsak, önce bunu kendimiz yapmamız gerekir ama gel de anlat.
Tıpkı, başım belaya girer diye isimlerini yazmaktan çekinenlerin, eleştirilerini, ısrarla bizden yazmamızı istedikleri gibi.
Sanki onların başını ağrıtacak ya da belaya sokacak eleştiriler, bizimkini ağrıtmayacak gibi!
Özetin özeti: Kimden ne istiyor, ne bekliyorsak, bunu önce kendimiz yapalım ve doğruluğundan emin olduğumuz görüşleri savunmaktan da asla vazgeçmeyelim...