Harvard turumuz devam ediyor.
Hatta bu arada mühendislikte Harvard’ı açık ara geride bırakan ve kendi alanında dünyanın en iyisi kabul edilen MIT’yi gezme olanağımız da oldu.
Yine dünyanın ilk 5’inde olan Yale de çok yakınında ama onu ziyaret etmeye zaman yoktu...
Dünyanın en iyisi olmak ya da en iyilerin bir arada toplanmış olması bir tesadüf mü?
Kesinlikle sanmıyorum...
Harvard ile MIT arasında, bunu fazlasıyla hissettirmeseler de müthiş bir rekabet var.
Harvardlılar, mühendislikte MIT’nin gerisinde kalmayı hazmedemiyorlar.
Ve şu sıralar, MIT’yi geride bırakmak için ellerine tarihi bir fırsat geçmiş!
Kendilerine bir kalemde 350 milyon dolarlık bir bağış gerçekleşmiş ve bunu mühendislik fakültesine harcayacaklar.
Peki, bu dünya teknolojisinin lokomotifi olan MIT’yi geride bırakmaya yetecek mi?
Bunu biz gerçekleştiremezsek, hiç kimse yapamaz diyorlar...
Harvard deyip geçmeyin, 40 Nobel ödülü var. 6 ABD Başkanı çıkarmışlar. Tüm üniversite sıralamalarında birinciler. Ama bütün bunlar onlar için sıradan.
Peki, Harvard’ı Harvard yapan ne?
Harvard’ı konuşmak için Rektörle de görüşmek istedim ama 10 yılı geride bırakıp, valizini topladığı için bu görüşmeyi, üniversiteyi en iyi temsil edeceklerine inandıkları Nobel ödüllü 85’li delikanlı Dudley Herschbach ile yaptık.
Eğitim Fakültesi Dekanı Robert Doyle, zaten hep bizimle birlikteydi.
Harvard’da herkese açılmayan tüm kapıları bize sonuna kadar açan oydu...
Senato odaları çok özel. Üniversitenin bugüne kadarki tüm rektörlerinin ve Nobel ödüllü hocalarının yağlı boya portreleri var. Her şey özenle seçilmiş. Abartı yoktu ama masadan sandalyeye, yerdeki halılardan avizelere her şey tarih kokuyordu.
Başköşede, üniversiteye 40 yıl (1869-1909) rektörlük yapan ve Harvard’ın bugünkü noktaya gelmesinde büyük katkıları olan Eliot var.
Kendisinden önceki rektör paraları toplayıp kaçtığı için ama daha da önemlisi öğrenci odaklı eğitimde çığır açtığından, herkes kendisinden saygıyla söz ediyor.
Toplantılarımız onun adını taşıyan salonda yapıldı. Kapısında tunçtan bir heykeli vardı ve üç gün boyunca en çok gördüğümüz kişi neredeyse o oldu...
Pek çok Harvardlıya olduğu gibi Prof. Herschbach’a da çok uzun sohbetin ardından Harvard’ı farklı kılanın ne olduğunu sordum.
“Bizi farklı kılan bir şey yok, güzel binalar, iyi derslikler, donanımlı kütüphaneler, iyi hocalar, iyi öğrenciler birçok yerde var. Hepimiz aynıyız. Bizi farklı kılan, biz değil, bizi öyle görenler” dedi.
Ayrılırken, senato odasındaki tarihi bir piyanoyu açıp hikâyesini anlattı ve nasıl, güzel mi deyip, işte bundan Harvard’da 230 tane var deyip, göz kırptı!
Tıpkı, kütüphanelerindeki 20 milyon kitabı anlatırken ve dünyanın en eski İncil’ine sahip olduklarını vurgularken olduğu gibi.
Harvardlı hocaların yemek yediği restoranda yemek yerken, senato odasında sohbet ederken, İncil’i ve diğer nadide eserlerin bulunduğu kütüphaneyi gezerken, fotoğraf çekilmesine asla izin vermiyorlar. Sanki o büyünün bozulmasını istemiyorlar...
Kampüste yeni öğrencilerin kayıtları ve oryantasyon dönemi vardı. Yani öğrenci kaynıyordu.
Bahçede gezerken, bazen, elinde çocuğunun eşyalarıyla koşuşturan bir Amerikan başkanına da rastlarsınız, bir milyardere de ama bu hiç kimseyi şaşırtmaz diyorlar. Öyle de.
Bireysellik, ABD’nin tümünde olduğu gibi Harvard’da da öylesine tavan yapmış ki kendileri ve kendi kurumlarından başka hiçbir şey onları ilgilendirmiyor.
Prof. Herschbach ve Prof. Doyle ile yaptığımız uzun röportajları ileriki günlerde sizlerle paylaşacağız. Çünkü çok ilginç anekdotlar var ve önce onları aradan çıkartmak istiyorum.
Dünyanın ve ABD’nin en ünlü eğitim teknolojileri uzmanlarının katıldığı konferansta, özellikle ABD’li hocalarla bir araya geldiğimiz yemeklerde, söz dönüp dolaşıp Trump’a geliyor.
Hâlâ alışabilmiş değiller, ABD’yi temsil etmediğine inanıyorlar ve her an gidebilir gözüyle bakıyorlar.
Peki ya ikinci dönem de seçilirse diye kendilerine takılacak oluyorum, zıvanadan çıkıyorlar.
Harvard’dan kendisine sadece yüzde 17 oy çıkmış!
Prof. Herschbach, zaman olsa da daha uzun uzun anlatsam dediği başkanlık sisteminin son seçimde iflas ettiğini, kendilerini korkutan en kötü senaryonun gerçekleştiğini ve değiştirilmesi gerektiğini ana hatlarıyla anlattı.
Sorun Trump’ta değil, sistemde dedi.
Trump, kendi partisi içinde, çok aday olduğu için yüzde 20 oyla yarışa başlamış ve tüm seveninin de o kadar olduğu görüşünde.
Peki, o zaman nasıl seçildi diye sorduğumda, sistemin zaaflarını anlattı durdu...
Görünen o ki Trump daha çok uzun süre Amerikalıların önemli tartışma konusu olacak.
Eskiden hiç siyaset konuşmazlardı, şimdi neredeyse sadece ona odaklanmış durumdalar.
Bu yüzden, üniversiteler olarak, medyadan sonra Trump’ın hedefi haline gelirlerse hiç şaşırmamak gerekir...
Peki, Harvard’da öne çıkan, dikkat çeken başka neler var?
Adeta bir doğa parkını andıran devasa kampüs, içiyle, dışıyla pırıl pırıl, kalabalık mı kalabalık ama tek görevli göremezsiniz.
Kara tahta ve tebeşirden hiç vazgeçmemişler, tüm sınıflar yüz yıl önce ne ise yine o.
Ve teknoloji ne kadar gelişse de klasik eğitim sisteminin, kitapların ve öğretmenin rolünün asla değişmeyeceği görüşündeler...
Sakarya Üniversitesi ve eğitime gönül vermiş uluslararası partnerleri, geleceğimiz açısından önemli bir misyon yüklenmiş durumdalar.
Dünyanın dört bir yanından gelen eğitimcilerin ortak hedefi, dini, dili, milliyeti ve etnik kökeni ne olursa olsun, barışı ve sevgiyi özümsemiş “önce insan” yetiştirilmesi yönünde. Bunu görmek sevindiriciydi...
Özetin özeti: Gezmek, yeni yerler keşfetmek, her zaman güzeldi ama sanki bu defa, her ne kadar jetlag olsak da, çok daha keyifliydi...