Global kriz, globalleşmenin daha da gelişmesiyle noktalanacak. Aynen, bizdeki 2000 krizinde olduğu gibi, sistem, çürükleri veya zayıf halkaları temizliyor. Kriz bittiğinde, krizden kendilerini kurtarabilenler, daha sağlam ve daha büyük kuruluşlar olarak kendilerini gösterecekler. Kriz sırasında ise, bankalar ve sanayi kuruluşları birleşip dev kuruluşlar yaratacaklar.
Kriz, ABD ve İngiltere’nin bankacılık sistemini ciddi biçimde sarsıyor. Bu ülkelerde, bazı mali kuruluşlar devletleştirilirken, bazıları nispeten güçlü sayılan kuruluşlarla birleştiriliyor. Lehman Brothers’da gerçekleştirilmek zorunda kalındığı gibi iflaslara ise, son tercih olarak bakılıyor. Bilindiği gibi, bu bankaya bile alıcı çıkmış, ancak, kuruluşun CEO’su verilen fiyatı beğenmeyince geç kalınmış ve iflas kaçınılmaz olmuştu.
Lehman’ın, 600 milyar doları bulan bilanço büyüklüğü var ve neredeyse her mali kuruluşun bu bankada riski bulunuyor. Buna, Türk bankaları da dahil. AIG’in ise, hem daha büyük olması hem de bu bankadaki kişisel mevduatların
Sayın Başbakan’ın hiddet ve öfkesi, bize bir şeylerden korktuğu izlenimi verdi. “Deniz Feneri” hakkındaki yazılara alınmış olması, bizi bu konuda düşünmeye, sorgulamaya ve spekülasyon yapmaya itiyor.
Cumartesi ve pazartesi günkü yazımda yaptığım, ekonomik ve teknik anlamdaki spekülasyonlara ve faraziyelere aşağıdakileri de ekleyebiliriz:
a) “Deniz Feneri” operasyonuyla toplanan fonlara vergi muafiyeti sağlandığı, hatta, bu derneğe yatırılan paraların “vergiden düşürülebilmesi”ne olanak sağlandığı anlaşılıyor. Eğer durum böyle ise, ortada yıllarca temizlenemeyecek bir kirlilik var demektir.
b) Daha da ileri gidilerek, Türkiye’de alınan rüşvetlerin, “huzur hakları”nın, “çanak”a aktarılan getirilerin, bu derneğe bağış adı altında yatırılarak, hem aklandığını hem de “vergiden muaf biçimde aklandığını” kabul edebiliriz. Bir de;
c) Yabancı şirket ve finansörlere, dernek aracılığıyla para aktarılarak, onların Türkiye’deki özelleştirmelerde, vergiden muaf olarak mal almaları sağlanmışsa, asrın
Sayın Başbakan’ın hiddet ve öfkesi, bize bir şeylerden korktuğu izlenimi verdi. “Deniz Feneri” hakkındaki yazılara alınmış olması, bizi bu konuda düşünmeye, sorgulamaya ve spekülasyon yapmaya itiyor. Öyle ki, artık her öküzün altında buzağı aranma devri başlatıldı.
Cumartesi günkü yazımda yaptığım, ekonomik ve teknik anlamdaki spekülasyonlara ve faraziyelere aşağıdakileri de ekleyebiliriz:
a) “Deniz Feneri” operasyonuyla toplanan fonların bir bölümü veya tamamı, AKP’nin finansmanı için kullanılmış olabilir. Hatta;
b) Daha da ileri gidilerek, “Deniz Feneri”nin, dünyadaki kara para aklama operasyonlarında olduğu gibi “Simple Business Cover (Gerçek Operasyonu Gizlemek İçin Kurulmuş Şirket)” olduğu speküle edilebilir. Bu noktadan hareketle;
Yardım amaçlı fonlar
c) Türkiye’de alınan rüşvetlerin, “huzur hakları”nın, “çanak”a aktarılan getirilerin “Simple Business Cover” aracılığıyla harcandığı düşünülebilir. Yani;
Sayın Başbakan’ın hiddet ve öfkesi, bize bir şeylerden korktuğu izlenimi verdi. “Deniz Feneri” hakkındaki yazılara alınmış olması, bizi bu konuda düşünmeye ve spekülasyon yapmaya itiyor.
Tecrübeler, “Deniz Feneri” benzeri uygulamaların birkaç nedenle yapılmış olabileceği konusunda ipuçları veriyor. Bunları teknik anlamda şöyle sıralayabiliriz:
a) “Deniz Feneri” operasyonuyla toplanan fonların bir bölümü veya tamamı, AKP’nin finansmanı için kullanılmış olabilir. Bu iddianın gerçekleşip gerçekleşmediği, ancak Türkiye’de açılacak bir davanın sonuçlanması sayesinde aydınlatılabilir. Alman makamları, prensip olarak bu konuyla ilgilenmezler. Zaten, ilgilenmeleri için de, hükümetten bir başvuru olmayacaktır.
b) “Deniz Feneri” operasyonuyla yapılan işin, Almanya’da “yasadışı mevduat toplama” suçu oluşturduğu iddia edilebilir. Bunun için, Almanya’da ilave bir dava açılması gerekiyor. Mevduat toplama işi, bütün ülkelerde, izin verilen bankalar ve
Doç. Dr. Yaşar Uysal, Finans Politik ve Ekonomik Yorumlar dergisinin Eylül 2007 sayısında, devlet kaynaklarını paylaşmaya dayalı, üretim kültüründen uzak, emeğin, çalışmanın, rekabetin değil, kurnazlığın ve kolaycılığın temellerinin nasıl atıldığını anlatıyor. Orada verilen istatistikleri bugüne getirirsek, ülkemizin şimdiki durumunu aşağıdaki gibi:
- İç borçlanma çığ gibi artıyor.
- Kamu sektörü dış borcu seviyesini koruyor.
- Özel sektör dış borcu riskli noktalara ulaşıyor.
- İç ve dış borçlar kullanılarak, yıllar boyunca rantiyeye ve yabancılara iyi para aktarılmış.
- Şimdi, bozuk kur yönetimi sayesinde, bu aktarım, özel sektör aracılığıyla da yapılıyor.
1980’den önce, devlet eliyle gerçekleştirilen rant dağıtımı, genellikle krediler yoluyla gerçekleştirilirdi. Ancak, bankaların verdikleri krediler, kayıtlı olduğundan, bunlardan yoğun biçimde faydalananları bulabilmek mümkündü. Halktan çok düşük faizli mevduat toplanır, düşük faizle krediler verilirdi. Merkez Bankası da verdiği orta vadeli kredilerle bir taraftan yeni zenginler yaratır; diğer taraftan yüksek enflasyonu körüklerdi.
Enflasyon yükseldikçe, ucuz kredi alanların karları katlanır; ara sıra yapılan devalüasyonlarla, döviz zenginleri yaratılır; devlet eliyle “rant ekonomisi” oluşturulurdu. Doç.Dr. Yaşar Uysal’ın Finans Politik ve Ekonomik Yorumlar dergisinin Eylül 2007 sayısında anlattığı gibi, devlet kaynaklarını paylaşmaya dayalı, üretim kültüründen uzak, emeğin, çalışmanın, rekabetin değil, kurnazlığın ve kolaycılığın temelleri böyle atıldı.
Serbest piyasa ekonomisinin yerleştirmesiyle, “devlet eliyle rant dağıtım sistemi” de değişti. Artık rant, verilen yüksek faizlerle ve
Son 15 yıldır dünya sanat piyasasında, hem alım satım hacmi hem de sanat eserleri fiyatları açısından inanılmaz bir yükseliş yaşanıyor. Başta Amerika ve Avrupa’da olmak üzere birçok kurum sanat eserleri ve antikaya yatırım yapıyor. Türkiye’de de buna paralel bir eğilim gözleniyor. Sahip oldukları gücü oluşturdukları koleksiyonlarla prestije dönüştürmeyi hedefleyen bu şirketlerin yatırımları sayesinde, sanat eserlerinin fiyatları kimsenin tahmin edemediği seviyelere yükseldi.
Öte yandan, büyük finans kuruluşları bile, sanat eserlerine yaptıkları yatırımın kıymet artış getirisinin, diğer bütün yatırım araçlarından daha yüksek olduğunu fark ettiler. Birçok uluslararası bankanın halen, sanat eserleri ve antikalarını muhafaza ettikleri büyük kasa salonları var. Bizim Merkez Bankamızın bile, büyük sayılacak ve kasalarda saklanan bir resim koleksiyonu bulunuyor. Buna, bürokrat odalarındaki kıymetli resimleri ve “Para Müzesi”ndeki koleksiyonları eklemek lazım. Birçok milli bankamızın da sanat fonları ve
Musevilerin “Vaat Edilmiş Topraklar”a yerleşmesiyle, kutsal kitaplarda bahsedildiği gibi, İsa’nın yeniden dünyaya döneceği ve dünyanın sonunun geleceği inancına, 19. yüzyıl başlarından beri Musevilerin bir bölümü inanıyor. Walter Russell Mead’a (WRM) göre, halen, Hıristiyan Amerikalıların yüzde 7’sinin de bu inancı paylaştığı tahmin ediliyor. Amerikan nüfusunun yüzde 7’si demek, Amerika’da yaşayan toplam Musevi sayısının 4 katı nüfus anlamına geliyor.
Bu görüşe inananlar, Kudüs’ün başkent olmasını ve tüm “Vaat Edilmiş Topraklar”ın İsrail’e katılmasını istiyor. Bilindiği gibi, bu sınırlar, Irak’taki Kürt bölgesini ve ülkemizin Güneydoğu bölgesini de kapsıyor. Ancak, WRM, Foreign Affairs’in (Dış Politika) ağustos sayısında, bu inanca sahip olanların azınlıkta kaldıklarını düşünüyor.
Amerikan başkanlarından Franklin ve Roosevelt, Hıristiyan-Musevi idi. Roosevelt, daha 1918’deki bir makalesinde, Kudüs’ün başkent olacağı bir bölgede İsrail devletinin