J.P. Paincheira (Londra Üniversitesi), “Finansallaşma Çağında Gelişmekte Olan Ülkeler: Açık Birikiminden Rezerv Birikimine” başlıklı bir makale yayımladı. Makale, Sabriye Biçen(Kadir Has Üniversitesi) tarafından dilimize çevrildi.
Bu ilginç makale, şimdiye kadar dile getirmeye çalıştığımız birçok şeyi gün yüzüne çıkarıyor:
- Gelişmekte olan ülkelerdeki rezerv birikiminin karşılığında, bu ülkelerin ulusal borçları artmıştır.
- Yabancı sermaye girişinin yarattığı enflasyon etkisini dengelemek için parasal sterilizasyon uygulamaları yapılmıştır.
- Döviz fazlalığı nedeniyle büyüme eğilimine giren ulusal para, kamu borçları artırılarak etkisiz hale getirilmeye çalışılmıştır.
- Bu strateji, son yılların modası haline gelen, “enflasyon hedeflemesi” rejimine de uygun olmuştur.
- Yabancılar, ABD tahvillerine büyük yatırım yapmışlardır. Uzun vadeli ABD devlet tahvillerinin yabancıların elindeki miktarı, Mart 2000’de 3.6 trilyon dolar iken, bu miktar, Haziran 2007’de
Bakan Şimşek yine tavır değiştirdi. IMF anlaşmasının gecikebileceğini söyledi. Dört aydan uzun zamandır IMF anlaşmasıyla yatıp kalkıyoruz. Güya, seçimlerden önce anlaşma imzalanmış olacaktı; olmadı.
IMF’nin isteklerinin ne olduğu da kamuoyuna açık seçik bildirilmiyor. Bilindiği kadarıyla, IMF 25 ile 40 milyar dolar arasında bir para verecek ve bu paranın büyük bölümü özel sektöre kullandırılacak.
Doğal olarak da Türk Hazinesi, kredi kullanan özel sektöre, bir anlamda garanti sağlamış olacak. Eğer böyle bir garanti söz konusu olamazsa, kredi sadece, bankaların kredi verilebilir kaynaklarını artıracak. Ancak, bankaların şu andaki sorunları, kredi verecek parayı bulmak değil; kredi verilecek firmayı bulmakta. Yani, Hazine garantisi olup olmaması, kredi verilmesi bakımından fazla bir değişiklik getirmiyor.
Bu bir oyun mu?
Peki, IMF’nin başka faydası var mı? Var. IMF tarafından ekonominiz kontrol ediliyorsa, yabancılar ülkenizin borsasına, Hazine tahvillerine daha kolay ve güvenli bir biçimde yatırım yapıyorlar. Yani, amaç sadece bu ise,
1976 yılında ABD Merkez Bankası’nda çalışıyordum. Türkiye’den ABD Merkez Bankası’na gidebilen ilk kişiydim. Hatta, Fransa dışında hiçbir ülkeden doğrudan eleman alınmamıştı. O yıllarda, ülkemize masaüstü bilgisayarlar henüz girmemişti. ABD’de bile bilgisayarlaşma fazla yaygın değildi. Federal Reserve’e ilk kez bir “word processor”lu (yazı programlı) masaüstü bilgisayar alınmıştı. Herkes etrafında toplanmış; bu müthiş aleti konuşuyordu.
O zamanlar yazılım ve donanım arasındaki farkı, bilmezdik. Hatta, donanımın, yazılımdan daha önemli olduğunu zannederdik. Bu aletin ne işe yaradığını sordum. “Kolay ve süratli yazı yazmaya” dediler. Bizde, yazılar “daktilo”ya verilir ve yazılır; imzaya hazır olurdu. Yazı yazdırma problemimizin olmadığını düşünmüştüm. Üstelik, o zamanki “word processor” şimdikiler gibi maharetli de değildi. İlk izlenim olarak, bizim için, işe yarar bir makine olmadığını düşündüm.
Gerekirse, 2 tane daha “daktilo” alınıp sorun çözülebilirdi.
1994 öncesi, yalnız bizim değil, gelişmekte olan tüm ülkelerin yeterli rezervleri yoktu. 19. yüzyılın ikinci yarısından beri yapıldığı gibi, gelişmiş ülkelerce gelişmekte olan ülkelere borç verilir ve bu sayede, ülke yönetimleri kontrol edilirdi. 1994 yılına kadar, ülkemizin döviz rezervleri en çok 7.5 milyar dolar olabilmişti. Bunun yarısına yakını da rehinli sayılırdı; kullanılamazdı.
1994 krizi sonrası, Türk Lirası’nın olması gerekenden yüzde 20 civarında fazla devalüe edilmesi sonucu olarak, Merkez Bankası’nda rezerv birikmeye başladı. Merkez Bankası rezervleri yaklaşık 15 milyar dolara çıktı. Bankalar döviz varlıklarıyla birlikte, rezervlerimiz 18.5 milyar dolara yükselmişti. Ancak, dünya para sisteminde, “rezerv birikimi” sistemine hâlâ geçilmemişti. Hatta, 1995 yılı sonunda yapılan seçimler öncesi, IMF anlaşması bozularak, ülkenin bir döviz krizi yaşaması bile gündeme getirilmişti.
Birikim sistemi
Bizdeki 2000 ekonomik krizi öncesi, dünya ekonomik sisteminde, gelişmekte olan ülkelerin
Rekabet Kurulu Başkanı, çeşitli kurumlara uzun sayılan yazılar yazarak, 1994’te Gümrük Birliği’ne giriş sırasında kuruluşu başlatılan ve 1997 yılında işlevine başlayan kurumu tanıtıyor. Bu mektuplar, zamanlı ve çok yerinde olmuş. Çünkü, çoğumuz, “bağımsız, fakat hesap vermeye gönüllü” bu kurumu iyi tanımıyoruz.
Son yıllarda, Rekabet Kurulu’nun etkinliği iyice arttı. Ona sormadan özelleştirme yapılamıyor; yabancı ya da yabancılarla ortak şirket kurulamıyor. Türk şirketleri için bir sermaye tavanı varken, yabancı şirket kuruluşlarında mutlaka, kurumun onayı gerekiyor.
Bu da binlerce dolar avukat masrafına ve en azından yaklaşık 1 aylık bir süreye mal oluyor. Sonuçta, Rekabet Kurulu, mutlaka olması gereken bir kurum; ama, yeni bir bürokrasi kapısı.
Birleşme ve satın almalara yeşil ışık
Rekabet Kurulu, yaşadığımız kriz sırasında yapması gereken açıklamayı yaptı. Birleşmelere ve satın almalara yeşil ışık yaktı. Kısacası, kriz nedeniyle oluşacak birleşme ve satın almalarda, “rekabeti bozmama” prensibini, daha yumuşatarak uygulayacak.
Ancak
Başkan Obama, Türkiye’den ABD’ye döndü; ben ise, ABD’de idim, Türkiye’ye döndüm. İzlenimlerim:
- Obama, ABD’de çok eleştirilirken, Türkiye’de çok seviliyor; eleştiriler oldukça az.
- ABD’de ekonomik kriz hem iktidar hem de muhalefet tarafından kabul edilirken, Türkiye’de iktidar, ekonomik krizi yok sayıyor.
- ABD’de borsa yalpalarken, Türkiye’de yükseliyor. Spekülatörler, yükselişi IMF anlaşmasına bağlıyor.
- ABD’de işsizlik için çare aranırken, Türkiye’de Başbakan, “Önerilere açığım” diyor ama, kapılar kapalı.
- ABD’de siyaset adamlarının önceliği ekonomi iken, Türkiye’de siyaset.
- ABD’de seçimi kaybeden muhalefet, hiç beklemeden yeni iktidara karşı çok ciddi eleştiriler yöneltirken, Türkiye’de seçim sonrası, muhalefet iç karmaşaya sürükleniyor ve eleştirilerini, yeni seçim için saklıyor.
Bizim bankalarımız, kredi vererek, paralarını devlet tahvillerine yatırarak, aracılık yaptıkları ithalat-ihracat-para transferi ve “dealing room” işlemlerinden gelir sağlayarak kâr edebiliyorlar. Gelişmiş ülkelerdeki bankaların ise bu gelir kaynakları dışında, başka işlemlerle de gelir elde edebilme olasılıkları var.
Örneğin, sendikasyon kredileri sağlanarak büyük komisyonlar elde edilebiliyor. Bizde kredi piyasası olmadığı için, bankaların birbirleriyle konuşup ortak kredi verme olasılıkları çok düşük.
Halbuki, ortak kredi sayesinde, hem risk dağıtılmış oluyor hem de şirketlerin kredi alabilme kriterleri sıkı sıkıya takip edilebiliyor.
Şirket birleşmeleri ve devralmaları sırasında, bankaların yaptıkları hizmetler karşılığında aldıkları komisyonlar da oldukça fazla.
En yüksek komisyon
2008 yılında en yüksek komisyon geliri 4.3 milyar dolarla JPMorgan Chase’e ait. Üstelik, bu tutar, 2007 yılına göre yüzde 31’lik bir gerileme sonucunda elde edildi. JPMorgan Chase’i 3.77 milyar dolarla Citibank takip ediyor. Onun komisyon gelirleri de 2007 yılına göre
Son günlerde, kapitalizm öğretisi ve serbest piyasa rejimiyle uyuşmayan kararlar birbirini takip ediyor. Üstelik, bu anlaşılmaz kararların baş aktörü, kapitalizmin kalesi ABD.
* Kapitalist sistemde şirketler, kâr da ederler, zarar da. Uluslararası boyutta büyüyebilirler de, batabilirler de. Citibank gibi, çok hayati bir bankanın kurtarılmasını anlayabiliyorum ama ABD’nin, neredeyse tüm şirketleri kurtarmaya çalışması anlaşılamıyor. ABD Hazinesi’nin başındaki Tim Geithner, bizdeki Kemal Derviş gibi kararlar alıyor.
* ABD’de kişiye özel vergi yasaları çıkarılıyor. AIG’nin CEO’sunun şirketle yaptığı anlaşma gereğince elde ettiği ikramiye, özel gelir vergisi yasasıyla geri alındı. Bu yasanın, ABD Anayasası’na aykırı olduğu tartışması var.
* ABD’de birbiri ardına şirketler devletleştiriliyor. Vergiler artırılıyor. Toplanan vergiler, şirket satın alınmasında kullanılıyor.
Bizde yaşanan tartışmalar yaşanıyor
Bizde 2000 krizinde yaşanan tartışmalar, ABD’de bizimkinden çok daha yüksek sesle dile getiriliyor. Muhalefetteki Cumhuriyetçi