Önümüzdeki dört ayın çoğunda Fransa’da, Metz adlı küçük bir kasabada olacağım. İlk dört gün yaşadıklarımı sizinle paylaşıyorum. Henüz keşfetme aşamasındayız ama daha şimdiden harika bir kasap ve bize sosisli-ördek etli kuru fasulye hediye eden küçük ama yeterli bir şarap dükkanı bulduk bile...
Ulkemiz insanının takdir edilecek çok özelliği var. Bunların başında da sizin kendi hakkınızda
bilmediğiniz şeyleri bilmeleri geliyor. Bir söylenti çıkmış. Fransa’ya yerleşiyormuşum.
Bravo vallahi!
Benim yakınlarım ve arkadaşlarım ile paylaştığım bir haber, nitelik değiştirmiş ve yepyeni bir şekle girmiş. Öte yandan bir doğruluk payı var. Önümüzdeki 4 ayın 1.5 ayını Türkiye’de,
2.5 ayını Fransa’da geçireceğim nasipse.
Olay şu: Bizim hanım Georgia Institute of Technology’de profesör. Minik bir kampüsü var Georgia Tech’in Fransa’da. Fransa’nın neresinde mi? Lorraine bölgesinde, Metz adlı küçük bir kentte. 2013 kış döneminde Linda burada ders verecek.
7 Ocak-6 Mayıs arası.
Benim cahilliğime verin, ben beş gün önce
buraya gelmeden Metz diye bir kentin varlığını bilmiyordum. Turistik bir yer değil burası. Fodor, Frommer gibi gezi rehberlerinde adı yok. Gerçek Fransa. Derin Fransa.
Koskoca Georgia Tech; Paris, Nice; Bordo gibi kentler dururken niye orada tezgah kurmuş diye sorabilirsiniz. Ben de kendi kendime ve başkalarına bu soruyu soruyorum ama doğru dürüst bir cevap alamadım daha. Bildiğim bir şey var. Nazar boncuğu takmama, tütsü yaktırmama filan gerek yok. Fransa’da dört ay geçireceğimi söylediğimde insanların gözü fal taşı gibi açılıyordu: “Paris mi?” “Metz” deyince de burayı bilenlerde, kıskançlık söyle dursun, bir acıma duygusu uyanıyordu: “Madenlerin kapanması kötü etkiledi orayı. Gri bir şehir. Pek
bir şey yoktur... Keşke başka yer olsaydı...”
Düşük beklentiler ile geldik kısacası.
İşte size ilk dört günün bir özeti:
2 Ocak Çarşamba:
Ünlü kasap-şarküteri HumbertAtlanta’dan kalkan uçağımız Paris CDG Havaalanı’na 8.00’de varıyor. Bizi Metz’e götürecek olan hızlı tren, öğle üzeri 12.30’da... Eşim, kızım Ceylan ve ben... Dört büyük bavul, üç küçük valiz,
iki çanta, bir violin. Neyse ki CDG’den kalkıyor hızlı tren. 1 saat 10 dakika... Saat 14.00’e doğru Metz’e yarım saat uzak istasyona varıyoruz. Otobüs ile şehre ve doğruca bizim için ayrılmış olan Ford Focus arabayı kiralayacağımız Hertz bürosuna gidiyoruz.
İnanılmaz bir maharetle dokuz parçayı
arabaya sığdırıyoruz. Saat 15.00... Hava gri ve
hafif yağmur. Saat 18.00’de lojmanımızı teslim alacağız. Daha üç saat var.
Lojmana girdikten sonra o yorgunlukla dışarı çıkamayacağımızı biliyorum. “Gel alışveriş yapalım” diyorum hanıma. Önceden araştırdığım için biliyorum. Humbert adlı ünlü bir kasap ve şarküteri dükkanı var. Dükkana adım atar atmaz gözlerime inanamıyorum. Türkiye’de ve Amerika’da özlemini çektiğim her şeyin âlâsı var. Üstelik fiyatlar da iyi. Burası Paris değil, Metz.
Dedem, ben çocukken Almanya’da öğrendiği
bir teknikle “rillette” denen bir nevi pate yaptırırdı çiftliğinde. Kaz ve ördek etlerinden. Humbert’te kaz rillettes, ördek ciğeri, sosis, salam, pateler, hepsi var. Belki heyecandan biraz fazla alıyorum.
İnanmazsınız ama kasapta şarap da var.
11 Euro’ya güzel de bir Pommard (Pinot Noir üzümü) alıyorum. Arkasından da yandaki fırına uğrayıp mis gibi kokan bir artizanal baget. Akşam yemeği hazır.
Lojmana 18.00’de vardığımızda Georgia Tech sorumlusu bizi bekliyor. Aç geliriz diye pizza almış bize. İki de bira. Lojman fena değil. Mutfak kullanışlı ve donanımlı. Güzel bir şarap ve iyi bir ekmekle harika bir ziyafet çekip “hoş geldik” diyoruz kendi kendimize.
Ceylan benim çocukluğum gibi. Az şey yiyor
ama sevdiğini tam yiyor. Kaz pateyi çok seviyor
ve bize pek bırakmıyor.
3 Ocak Perşembe:
Metz’deki ilk lokantamız...11 saatlik uykudan sonra lojmanımıza alıcı gözüyle bakıyoruz. Eksik çok tabii. Civarda her şeyi bulabileceğimizin söylendiği Cora adlı bir alışveriş merkezi var. Belki her şey var ama bulmak zor.
Tam üç saat harcayıp eksiklerimizi tamamlamaya çalışıyoruz. Çok kalabalık bir süpermarket. Bir ara Fransa’da olduğumu unutup kendimi ülkemde sanıyorum. Belli ki herhalde işçi olarak gelmiş
ciddi sayıda Müslüman bir ahali var civarda.
Dışarı çıkıp Metz’deki ilk lokantamıza gidiyoruz. Thierry “Saveurs et Cuisine” adı. Şef tam hayalimdeki aşçıbaşı. İriyarı, beyaz saçlı, epey göbekli. Allah için iyi aşçı. Ceylan, balkabağı çorbası içiyor ve bayılıyor. Hanımın yediği hafif füme ama iri tavla zarları gibi kesilmiş ve yaban hardalı soslu İskoç somon balığı
çok iyi. Benim ısmarladığım uzun süre pişmiş sığır
eti (nougat de pot au feu de boeuf) ve ördek ciğeri
(foie gras) karışımı ile yapılmış (ikisi ayrı ayrı tabakalar halinde) ve gribiche denen asidule ve mayonez benzeri sosla sunulan terin harika.
Ana yemek olarak acı biber ve kırmızı köri soslu kılıç balığı ısmarlıyoruz. O da çok lezzetli. Yanında Alsace bölgesinin olgun, dolgun ve Fransızların “gras” yani yağlı dediği tip bir Pinot Gris ile iyi gidiyor. Şarabın fiyatı da 22 Euro olunca insan ülkemiz lokantalarında bu şarap ile kıyaslayacağım bir Hugel Riesling’in kaça satıldığını düşünüp fenalık geçiriyor.
4 Ocak Cuma:
Kapalıçarşı’yı keşfediyoruzNihayet Metz’i keşfediyoruz.
Kent merkezi çok sevimli ve şahsiyetli. Çok eski görünen muhteşem bir katedralleri var. Etrafında da kahveler, brasserie’ler, lokantalar, şarap barları,
bira barları... 18’inci ve 19’uncu yüzyıl mimarisi
taş evler, Paris’in ünlü bulvarlarındakine benzeyen apartmanlar... Kentin ortasından geçen Moselle Nehri de ayrı bir cazibe katıyor buraya.
Ama gel gör ki!
Her taraf kazılıyor ve her yerde bariyerler var. Galiba tramvay için.
Cuma günü katedrale bitişik “Kapalıçarşı” yı keşfediyoruz. Yiyecek olarak ne ararsan var. Bizim Çiçek Pasajı’nı andırıyor. Ben özellikle peynir ve sebzelerin, salataların, hazır İtalyan stili hamur işleri ve şarküteri ürünlerinin güzelliği karşısında mest oluyorum. Taze balık ve kabukluların bulunduğu
iyi bir balıkçı da var. Ondan da haftaya alışveriş edeceğiz inşallah.
Akşam yemeğimiz hazır. Taze keçi peyniri ve
şu anda tam zamanı olan kremamsı dokulu “Vacherin Mont d’Or” peyniri. “Sığır kalbi” denen çok lezzetli bir domatesten domates-soğan salata
ve ayrıca taze kıvırcık salata. Fransız usulü tart denebilecek iki de quiche.
5 Ocak Cumartesi:
12 şarap ve Armagnac 220 avroSabah bulunduğumuz mahalleyi keşfe çıkıyoruz. Eve çok yakın, gerçekten artık bizde bulunmayan nefasette ekmeği olan bir fırın var. Bir kasap, bir manav var. İki kuaför. Bir de kahve. Ama herkes altılı ganyan oynuyor ve kalabalığa bir bakınca akla “los desperados” geliyor. İç açıcı bir kahve değil.
Büyük bir eksiğimiz var: Şarap. Tavsiye üzerine
7 kilometre ötede Le Ban Saint-Martin kasabasında bir şarap dükkanına gidiyoruz. Çeşit çok değil ama iyi şaraplar var. Ben altı beyaz, altı kırmızı seçiyorum. Bir de X0 Laubade Bas Armagnac. Hepsi 220 avro tutuyor.
Dükkan sahibi bay Fritz ile çok iyi anlaşıyoruz. Bana iki lokanta tavsiye ediyor. Gitmeden bir de kavanoz içinde “cassoulet” yani pastırma yerine sosisli ve ördek etli Fransız kuru fasulyesi hediye ediyor.
Akşam, onun dediği gibi kuru fasulyeyi önce kısık ateşte tavada pişiriyor, sonra evde bulduğumuz güvece koyarak üzerini kızarmış ekmek kırıntıları ile kaplıyor ve fırında yarım saat pişiriyoruz.
Böyle bir kış yemeği ile Güney Fransa’nın baba bir şarabı gider. 12 şişeden bir Corbieres seçiyorum. 2008 Chateau Fabre Gasparets. Carignan, Syrah, Mourvedre ve Grenache üzümlerinin bir kupajı. Hava alsın diye üç saat önceden açıyorum şarabı. Aroma güzel. Beton küvede vinifye edilmiş önce, sonra da barik, yani meşe fıçıya girmiş. Burunda meyan koku aroması öne çıkan, damakta kara orman meyvesi ağırlıklı, yoğun ama ince ve kadife tanenli bir şarap. Etli kuru fasulye graten ile harika gidiyor.
Sabah mutlu uyanıp bu yazıyı kaleme alıyorum.
Bakalım önümüzdeki dört ay nelere gebe? n