Dün akşamüstü saatlerinde TFF’nin internet sitesinden bir açıklama geldi.
“Kulüplerin ortak kararı uyarınca bu sezon derbi karşılaşmalarında rakip takım taraftarı stadyumlara alınmayacaktır.”
Bu uygulama ilk olarak Beşiktaş-Fenerbahçe karşılaşmasında denenmek istenmiş, her iki takım taraftarının ortak tepkisi sonucu geri adım atılmış; hatta tam bir üç maymun oynanmış, kimse sahiplenmemişti.
Şu bir gerçek ki her geçen gün futbolumuzla ilgili başka bir karar alınıyor ve hiçbir şey eskisi gibi olmuyor.
Yaşadığımız her olay aslında geçmişten gelen bir birikimin sonucudur. Hiç kuşkusuz nedensiz değil ve kimse de suçsuz değil.
Temel mesele de bu zaten.
Yıllardır öyle gariplikler, acayiplikler, anormallikler, akıl dışı şeyler biriktirdik ki artık bardağın içine düşen her damla çok daha fazla suyun dışarı taşmasına neden oluyor.
Burada elbette taraftarın büyük günahları var.
Bu karşılaşmayla birlikte bütün sorumluluğu Hiddink’e yüklemek yıllardır yaptığımız suçluyu kendi dışımızda bir yerlerde arama refleksinin bir başka örneğidir.
Almanlar kaybedince biz de yenilmiş sayıldık!
Ancak Kurtuluş Savaşımızı tek başımıza kazandık!
Temel meselemiz bize ait bir futbol karakteri yaratamamış olmamızdır. Ne oynuyor olduğumuzu bugün tam olarak açıklayamamamız aslında her şeyi çok güzel özetliyor. Bu yorum Avrupa’da karşılaştığımız birçok takımın teknik direktörünün ortak düşüncesinin paylaşımıdır.
İtalyanların bir oyun yapısı var; Orta ve Kuzey Avrupa ülkelerinin güce dayalı bir oyun kurgusu var. Almanları, İngilizlerden ayırt edebiliyoruz. İber Yarımadasının kendine has bir futbol yorumu var.
Hatta daha ileriye gidelim; Güney Amerika’da, Afrika’da oynanan futbol ile Avrupa arasında da önemli ayırt edici farklılıklar bulunuyor.
Biz yıllardır bu modellerin hemen hepsine hayranlıkla bakıyoruz, izliyoruz.
Latinler gibi teknik, kıvrak, göze hoş gelen, Afrikalılar gibi yere sağlam basan, yıkılmayan ve mücadeleci, Orta Avrupalılar gibi güçlü, İtalyanlar gibi defansı oturmuş, Almanlar gibi disiplinli, İngilizler gibi de aristokrat bir anlayışla oynamak i
Fenerbahçe Ülker bu sezon hepimizi fazlasıyla şaşırtan inişli çıkışlı bir performans sergiliyor. Üstelik bunu maç serileri boyunca değil, 40 dakikalık mücadelenin içinde de gerçekleştiriyor.
Geçen sezon özellikle Euroleague’deki maçları üçüncü periyotta vites yükselterek alıp götürürdü. Oysa dün söz konusu periyot içinde yüksek savunma direnciyle rakibini oyundan düşürmesine karşın maçı koparamadı.
Maçın büyük bölümünü yüksek serbest atış yüzdesiyle oynamasına rağmen en kritik anda kaçırılan atışlar yüzünden oyunun uzatmaya gitmesi yine bu dalgalanmanın en net göstergelerinden biriydi.
FBU’in kaybettiği iki karşılaşmada farklı önde götürdüğü maçları rakibine eliyle teslim ettiğini üzülerek hatırlıyoruz.
Maçın kader anı üçüncü periyodun ikinci yarısının hemen başında Ömer Onan’ın oyuna girmesiydi. Bitmek bilmeyen enerjisiyle rakibin bütün konsantrasyonunu, dengesini ve huzurunu kaçırdı.
Oğuz Savaş, Avrupa Şampiyonasından bu yana sürekli düşen bir form grafiğine sahipti; dün bunu tersine çeviren bir oyun oynarken potaların altında iyi mücadele etti. Ancak Oğuz Savaş’ın pota altında 5/13’lük isabetle oynamış olduğunu mutlaka kendisi bir kenara not etmiş olmalıdır.
2. dakikada yenilen gol için konsantrasyon eksikliği, şanssızlık veya tesadüf demek mümkündü karşılaşma 1-0 Hırvatistan lehine sonuçlanmış olsaydı. Ancak aynı golden iki tane daha yenince bunun boyutu değişti.
Hırvatistan’ın bu maçı ne kadar arzuladığını gözlerimizle gördük. Demek ki yıllardır bugünü bekliyorlardı.
Oysa biz ne yaptık?
2008’deki çeyrek final karşılaşmasında 120+’da attığımız golü büyük başarı göstergesi olarak reklamlarımız için konu seçtik.
2008 sanki futbol dünyamızın büyük başarısıymış gibi. Sonuç başarı gibi gözükse de devamlılık, sürdürülebilirlik yönünden baktığımızda şans, tesadüfler daha ön plana çıkıyor.
Zaten bu dolduruşla altyapısızlığın yerini üstyapı yalanına teslim ettik; o balon da patladı. Bugünden tezi yok Hiddink sanık sandalyesine oturtulup gereken hesap kendisinden sorulmalıdır.
Biz bütün finalleri hak ediyoruz ama bir takım talihsizlikler peşimizi bırakmıyor.
Neymiş o talihsizlikler?
Tarihimiz hep aşılması gereken finallerle doldu taştı. Aslına buna bir final demek de doğru değil; olsa olsa "kurtarma sınavı" denilebilir.
Bütün bir seneyi eğlenerek, tam çalışmayarak, hazırlanmayarak geçiren öğrencinin yaz tatili zehir olmasın diye öğrenmeni tarafından verilen son şansıdır; kurtarma sınavı. Öğrenci de öğretmen de bilir bunun neden yapıldığını, ancak bir şekilde gereklidir; sistemin sonucudur.
Lisede bir kimya öğretmenimiz vardı. Okulun en eskisiydi, Allah rahmet eylesin. Sene sonunda üç dört tane kurtarma sınavı yapardı. Ancak onun bir farkı vardı. Sınavlar bir çeşit öğrencinin dersi kavraması için yapılmış ders niteliğindeydi. Son ana kadar hedef öğrencinin o dersle ilgili ortalama bilgiyi edinmesini sağlamaktı.
İddialı konuşmayayım ama o öğretmenimizin öğrencilerinin büyük bölümünün kimya ile bilgilerini belli bir seviyede hala koruduğuna inanıyorum.
Milli Takımımız yıllardır bu kurtarma sınavlarına giriyor ama ne sınavlar sırasında, sonrasında veya diğer bir dönemde bir şeyler öğrenemiyor.
Hep önemli dersler veriliyor bize; ama bir sonraki elemelerde aynı hatalarımızı tekrar ediyoruz.
Bugün millilerimize sınav öncesinde bize annelerimizin,
Fenerbahçe Sivasspor’a, Beşiktaş Gençlerbirliği’ne yenildi; Galatasaray sahasında Mersin İdman Yurdu’na puan kaybetti. Beşiktaş ve Galatasaray önceki haftalarda da sahalarında net yenilgiler almıştı.
Fenerbahçe’nin Manisaspor ve Samsunspor beraberlikleri var.
Ligin zor ve çekişmeli geçiyor olduğunun belirtileri midir bu puan kayıpları?
Yoksa?
Her üç maçı yan yana izlediğimizde üç büyük takımdan puan almış takımların benzer futbol anlayışlarına sahip oyun yapıları göze çarpıyordu.
Orta sahada daha çok adam bulundurma; bu oyuncular arasında tek pasa dayalı oyun kurma, topu şişirmeden belli bir taktiksel yapı içinde rakip alana geçirme, rakip hücum ederken onun sahasında karşılama ve pas aralarına girme anlayışı başarının altında yatan düşünceydi.
Buna karşı İstanbul’un üç büyük kulübünün futbol takımları ne yapıyordu?
Fenerbahçe belli ki mental olarak hiç hazır olmadığı bir maça yorgun çıkmıştı. Üst üste üç pası kendi aralarında çeviremezken, ilk organize atak maçın son bölümlerinde geldi. Sivasspor’un top çevirişi karşısında da oldukça zorlandılar. Maçın genel havası ilk yirmi dakikada ortaya çıkmıştı, hiç değişmedi.
3 Temmuz sabahı emniyet özel yetkilendirilmiş savcılık makamının talebi doğrultusunda bir operasyon başlattı. Sonrasında da bu bir dava konusu haline geldi; iddianamesi bekleniyor.
Merkezinde Fenerbahçe’nin bulunduğu bu operasyonun başından bu tarafa konunun uzmanı olsun olmasın bir takım gazeteci, yorumcu ve medyanın önemli yüzleri süreci hep belli bir tarafa doğru yönlendirdiler.
Kimdi bu şahıslar?
Adını daha çok siyasi içerikli önemli operasyonlarda görmeye alıştığımız Mehmet Baransu’yu ilk sıraya yazabiliriz.
“” başlıklı bir yazı ile yaptığı şeyin niteliğini sorgulamıştık. Daha henüz hiç kimse durumu anlamamışken kendisi bütün bilinmeyen soruların cevabını bilen özel bir kişi gibi ortaya çıkmış ve operasyon hakkında bilgiler sunmuştu.
Peki nasıl?
Her fırsatta demokrasiyi savunan ancak babadan oğla, kıza, toruna bir çeşit soyluluk unvanı gibi aktardıkları gazetecilik mesleğinin fenomeni durumuna gelmiş Altan Ailesi’nin günümüzdeki etkin lideri konumundaki Ahmet Altan da kendisini nedense bu topa girmek zorunda hissetti.
Dinamo Kiev’in kalecisi dahil olmak üzere ceza sahasını ana baba gününe çevirdiği bu nedenle gol atacak bir boşluk bırakmadığı için üst üste çektiği şutların hepsinin bir futbolcuya çarptığı veya Cenk tarafından uzaklaştırıldığı son dakika karambol anı herhalde maçı izleyen Beşiktaşlılara birkaç yaş birden yaşlandırmış olmalıdır.
Ancak Beşiktaş bunu son zamanlar sık yaşamaya başladı.
Kiev’deki karşılaşmada son dakika golüyle sahadan yenik ayrılırken; geçen hafta Fenerbahçe maçında iki dakika kala gol yediği yetmiyormuş gibi Özer’in akıl alması zor şutuyla mağlup olmaktan kıl payı kurtuldu.
Dünkü maçın 67. dakikasında öne geçtikten sonra yavaş yavaş aynı senaryo yaşanmaya başladı. Kiev’li oyuncular ceza sahası içinde adım atacak yer bırakmayınca golü de bulamadı.
Peki, bu pozisyon Beşiktaş’ı rahatlatmalı mıdır yoksa aksine bütün alarm zillerini çaldırmalı mı?
Almeida ve Quaresma ikinci yarı her dakika biraz daha oyundan düşerek takımı 9 kişi bıraktı. Ancak Carvalhal bu durumu izlemekle yetindi. Hatta belki de taraftara alkışlatmak pahasına Simao’yu çıkardı.
Bir kere daha göstermiştir ki Beşiktaş’ın yıldızı Quaresma değil, Simao’dur. Yaptığı kusursuz orta Egemen’in