Örgüt kavramı Türkiye’nin refleksle tepki verdiği bir olgudur.
Özellikle 12 Eylül örgütlü insana yönelik gerçekleştirildi.
Örgütlü insan, politikleşmiştir; bilinç sahibidir. Bir arada hareket etmeyi öğrenmiştir. En azından güvenlik altındadır; çünkü bilir ki en ufak bir sıkıntısında birileri onun yardımına koşacaktır. Bu kişinin gelecek kaygısı daha düşük seviyeler olduğundan kimliğini daha net bir şekilde ortaya koyabilme cesaretine sahip olur.
Öne atılmaktan çekinmez.
Aktivisttir.
Türkiye tam bu gerçeği öğrenirken darbe ile yıkıldı.
Çünkü örgütlenme bilinci ve yapısı tek taraflı gerçekleşiyordu. Daha çok işçi sınıfı ölçeğinde şekilleniyordu.
Oysa burjuvazi henüz o derece güçlü ve bir arada değildi.
Hafta sonu Fenerbahçe’nin genel kurulu toplandı.
Üç sene önce Aziz Yıldırım yeniden aday olarak kongre üyelerinin önüne çıktığında 3 şampiyonluk sözü vermişti.
Final 2010 ve 2012 yıllarında tek bir gol mesafesinde kalırken; 2011 yılında özlenen şampiyonluğa ulaşıldı.
3 Temmuz’dan sonra da Kulüp hepimizin bildiği sürecin içine girdi.
Aziz Yıldırım yeni listesiyle seçime tek başına girerken ortaya slogan olacak somut bir hedef veya program koymadı.
Gerek var mıydı?
Açıkçası son 14 yılda yapılanlar önümüzdeki döneme dair bize yeterince fikir veriyor.
Fenerbahçe
Fenerbahçe sezonun en başından bu yana öyle şeylerle uğraştı ki her karşılaşma öncesi, sırasında ve sonrasında yaşananlar birer ibret vesikası oldu.
Hangi birine yetişilecek çok şaşırılıyordu.
Anlamaya çalışsan doğru yere oturmuyor, cevap vermeye yetişsen bitmiyordu.
Ama Kupa Finalinde hakem Bülent Yıldırım öyle iki şey yaptı ki bu Fenerbahçe’nin koca bir sezon verdiği mücadelenin özeti ve anlamına karşılık geliyordu.
Christian Baroni attığı gol sonrasında kameralara gidip formasının üzerindeki armayı gösterip, öperek kalbinin orada attığını işaret eden bir hareket yaptı. O an kendisi dâhil olmak üzere hiçbir sporsever biraz sonra Bülent Yıldırım’ın gidip sarı kart gösterebileceğini tahmin bile edemezdi.
Ama hakem yaptı bunu ve sarı kart gösterdi.
Şaka gibi bir şeydi ve insanın aklına tek bir açıklama geldi; sezon boyunca yaşananları da göz önüne getirdiğinizde hakem Baroni’yi gol attığı için cezalandırıyordu.
İkinci yarı bir pozisyonda Emre maç boyunca karşılaştığı sert müdahalelerden birini yaşadı. Rakibi çok sert bir hamle yaparak kendisini düşürdü. Saha içinde ne tür diyaloglar yaşıyorlar, bilemiyoruz fakat Emre’ye yapılan faullerin diğerlerinden önemli bir far
6222 Sayılı Sporda Şiddet ve Düzensizliğin Önlenmesine dair kanunun tüm yükünü yasa yürürlüğe girdiği günden bu zamana tek bir kulüp üstlenmiş götürüyor. Diğerleri de bunun üzerinden kendilerini farklı bir yere koyma görevi üstlenmiş durumdalar.
Kimi sayfa sayısı üzerinden tapeleri karşılaştırıyor; “bizim 20 sayfalık bir konuşmamız görünüyor” diyor; bir diğeri sorunu taraftarının kültür seviyesi ile karşılaştırıyor.
Öyle olunca da ortaya bütün şiddeti yaratan şeyin tek bir kulüp ve taraftarıymış gibi bir algı çıkıyor.
Bu algının toplumun tüm katmanlarına yayılması garipsenecek bir durum değildir; çünkü sadece bunun üzerinden konuşuluyor.
Devletin en üst düzeyinde bu taraftarlar terörist ile kıyaslanıyor ya da eşitleniyor.
Bu seviyede bir söylem geliştirdiğinizde size bağlı güvenlik güçlerinin o taraftara düşmanmış gibi davranması normalleşir. Teşvik görür.
Cumartesi günü oynanan derbi karşılaşması öncesinde ve sonrasında her iki taraftar grubunun şehrin her iki yakasında benzer taşkınlıklar yapmasına karşın olayın sadece tek bir taraftar grubu üzerine yıkılması hem anlaşılır hem de kabul edilebilir değildir.
Geçen hafta Trabzon’da çok daha ağır şartlarda ve direkt
Dün iki açıklama geldi.
İlki sportif taraftan; TFF’den.
“Fenerbahçe-Galatasaray maçı sonrasında çıkan olaylar hepimizi derin bir üzüntüye sevk etmiştir. Futbolun ruhuyla bağdaşmayan, tarihi bir rekabete asla yakışmayan, taraflı-tarafsız herkesin yüreğini acıtan bu tabloyu kabullenmek, hoşgörü ile karşılamak, sebebi ne olursa olsun alışılagelmiş bir saha olayı gibi görmek asla mümkün değildir.
Türkiye Futbol Federasyonu, bu aşamada çok yönlü bir değerlendirme yaparak gereken yaptırımları uygulayacaktır.”
İkincisi siyaset tarafından; Başbakan’dan.
“Bunu biz terörde görüyoruz. Ama bu tribünlere terörü hâkim kılmak isteyen zihniyeti de lanetliyorum.”
Ülkemizin temel sorunu karşılaştığımız olayları doğru anlayamama ve bunun sonucunda da gerekli önlemleri alamamaktan kaynaklanmaktadır.
Yüzyıllar önce söylenmiş bir tespiti burada tekrardan hatırlamada yarar var.
Spor karşılaşmaları kazanma ve kaybetme üzerine kurulmuştur. Özünde mücadele vardır. Kazanmanın yolu kaybetmeyi öğrenmekten geçer.
Bu nedenle ne sonsuza kadar sürekli kazanmak ne de kaybetmek mümkündür.
Elbette bu sadece sportif olarak kalabildiği ölçüde geçerlidir.
Türkiye’de yaklaşık bir senedir futbol spor olmaktan çıkıp başka bir şey haline getirilmeye çalışılıyor. İçinden geçtiğimiz ve çok sınırlı bilgi ve kaynaklarla hareket ettiğimiz için getirilmeye çalışılan şeyin ne olduğunu tam olarak ayırt edemiyoruz; sadece bazı varsayımlarla çıkarımlarda bulunuyoruz.
Bu durum Fenerbahçe veya Galatasaray’dan bir tanesinin şampiyon olmasıyla farklı anlamlar kazanmıyor. Aksine hangisi kazanırsa kazansın öncesinde ve sonrasında yaşananlar söylediğimiz şeyi doğruluyor.
Dün bütün Türkiye’nin kilitlenip kaldığı şampiyonluk finali kesinlikle bir futbol olayı değildi.
Fenerbahçeliler finale 3 Temmuz Darbesiyle hesaplaşma olarak bakıyorlardı. Yaşanan onlarca olumsuzluğa rağmen orada olabilmek önemliydi.
Galatasaray, her şeyiyle gücü zayıflatılmış bir rakibe karşı asla eşit olmayan şartlarda mücadele ediyordu.
10 Temmuz 2011 günü Türkiye’de kimsenin hiç beklemediği bir şey oldu. Türkiye’nin diyorum aslında sürecin içinde olanlar yapacakları eylemin hem farkındaydı hem de kararlıydı; çünkü bilinçliydi.
Bazen alanlardaki, caddelerdeki kalabalıkların sayısı çok önemli olur.
Bazen de o kalabalığın temsil ettiği değerler…
Kiminde milyonlarca kişiyi bir araya getirirsiniz ancak o kişilerin sahip olduğu düşünceler güçlü anlamlar ifade etmez.
Fenerbahçe taraftarı o gün Topuk Yaylası’na çıkıp yalnızlığa terk edilmiş futbolcusunu kucakladıktan sonra kendisini Bağdat Caddesinin seline bıraktı.
O yürüyüş yakın zaman içinde ülkemizde görülmüş ilk toplumsal kitle hareketiydi. Açıkçası hem yürüyenler hem de o yürüyüşe karşı duranlar için içinde belirsizlikler barındırıyordu.
Fenerbahçeli olmadığı halde o yürüyüşün ne anlam taşıdığını o an fark etmiş bazı kişilerin selin içine kendilerini bıraktığına şahit olduğum için burada rahatlıkla paylaşabiliyorum.
O kitle Şükrü Saraçoğlu’nun önünden köprü yoluna döndüğünde Fenerbahçe’nin kaderini ellerine alacaklarını ve bunun yaklaşık 300 küsur günlük bir mücadeleye dönüşeceğini belki de o an bilmiyorlardı.
Zorluklar insanları birleştirerek ona karşı direnişi sağlayan büyük bir güce dönüştürür. Elbette bunu sağlayan da o insanların derinlerinde yatan ve başka hiçbir şeyin değiştirmesine gücünün yetmediği özel bir duygudur; haklılık!
Fenerbahçeli futbolcular yine bir Trabzonspor deplasmanına çok zor şartlar altında belki de can güvenliğinin bile olmadığı ortamda gitti.
Karşılaşma öncesinde Fenerbahçeli oyuncuların böylesine gerilimli bir ortamda hiçbir şey yokmuşçasına mücadele edeceğini, rakibine sahada top göstermeyeceğine yönelik bir tahminde bulunulsa herhalde “o kadar da değil” şeklinde bir tepki görürdü.
Ancak 10 Temmuz günü Fenerbahçe taraftarının Topuk Yaylasına çıkarak futbolcusuna ve Kulübüne verdiği destekten güç alan bu cesur yürekli futbolcular 300 küsur günlük mücadelesini ligin finaline kadar taşımayı başardılar.
Üstelik her iki Kupa’da da…
Tarih, böyle zamanlarda ortaya çıkan kahramanların özel destanlarıyla doludur.
Fenerbahçe’nin bütün futbolcuları için ayrı bir şey yazmak mümkündür. Hiç kuşkusuz onların arasından birini çıkarıp ona hak ettiği değeri verip ve övgüyü de yapmak gerekiyor.
Yıllar sonra