Maçla ilgili yazımı karşılaşmanın hemen arkasından sıcağı sıcağına yetiştirmem teknik sebeplerden ötürü mümkün olamadı. Bu nedenle bir sonraki güne kaldı; biraz Hollanda izlenimlerini paylaşarak yapabilirsem, Pazar günü için tatil kıvamında bir okuma olur.
Amsterdam şehir olarak fazlasıyla etnik kimliğe sahip olduğu için herkesin bir diğerine belki de başka yerlerde görülemeyen sıcak bir bakışı, tebessümü ve yaklaşımı var.
Öyle olunca da bir Hollanda-Türkiye eşleşmesinden gerilim yerine karşılıklı muhabbete dayalı güzel bir atmosfer kendiliğinden ortaya çıkıyor. Bu atmosfer maç öncesinde olduğu kadar sonrasında da hiçbir taşkınlığa dönüşmeden, paylaşıldı; yaşandı ve bitti.
Maç öncesinde Amsterdam caddelerinde birbirleriyle karşılaşan iki taraftar grupları kendi ülkeleri lehine tezahüratlarda bulunurken neredeyse kol kola zıplıyorlardı.
Arena Stadyumu modern üslubuyla tribünlerin her noktasında güzel bir seyir keyfi sunabiliyor. Girişlerde biraz sıkıntı yaşanmış olsa da bunun biraz da bizlerin işi son dakikaya bırakma alışkanlığımızdan, Türkiye’deki bazı muadillerinin verdiği konfordan kaynaklandığını söyleyebilirim. Stadyumun hemen yanındaki tren istasyonu maç sonunda
Futbolun doğasından gelen en belirgin özelliklerden bir tanesi her organına çabucak yerleşen şartlı refleksleridir.
Şartlı refleksler kısa süre içinde sarsılmaz ve yıkılmaz değer yargılarına, hatta zamanla ön yargılara dönüşür. Her ikisini değiştirmek için oldukça çaba harcamak, uğraşmak gerekir.
Einstein; ön yargıyı parçalamak atomu parçalamaktan daha zor, demiştir.
Birbiri peşi sıra yerleşen ve artık düşünmenin bir aracı haline geldiği gibi aynı zamanda ortak bir değerler, yargılar kümesi, dizisi, bileşkesi, kütlesi olan şeye de paradigma diyoruz. Paradigmalar çok daha güçlüdür. Çünkü nesnel durumun tekrar tekrar kendini üretmesi ve gelişmesi yine bu paradigma yoluyla gerçekleşir.
Yani ne demektir bu; paradigma her an kendisini canlı tutacak ortamı yeniden yaratır; o ortamı var eden şeyleri destekler.
Yeni bir oluşum içindeyseniz eskiye ait bir takım değerleri, yargıları, gelenekleri, düşünmeye ve şartlı hareket etmeye alıştığınız her ne varsa bunları değiştirmeniz, gerekir; bazen bu toptan bir kopuş, reddedişle gerçekleştiği gibi ki biz buna devrim diyoruz, kiminde de eskiden gelen ve halen kullanılabilir bir yapının üzerine yapacağınız yeniliklerle evrim yoluyla
Sivasspor'un çok kötü başladığı, sürekli ilk topları kaybedip, adam kaçırdığı maçta Fenerbahçe hemen peş peşe Alex, Sow ve Kuyt üç pozisyona girdi ve bunları değerlendiremedi. Bu fırsatların kaçırılması bir anlamda karşılaşmanın dengeye girmesi bakımından da önemliydi. Çünkü Sivasspor'un savunması toparlanmakla kalmadı; zamanlar direnç ve güven kazanarak başta yapamadıklarını bu sefer gerçekleştirmeye başladılar.
Önceki gün Beşiktaş, Karabükspor karşısında tam da buna benzer girdiği pozisyonları gole çevirerek kendisi için çok zor geçebilecek bir maçın ikinci yarısını aktif dinkenerek 3 puanla tamamlamış oldu.
Fenerbahçe ise daha da gerildi. Takım içindeki polemiklerin artmasına daha fazla imkan veren bir ortam yaratılmış oldu. Oysa o üç pozisyon gol olmuş olsa bugün medya bambaşka bir atmosferde olacaktı.
Hazır konu polemik noktasına gelmişken onlardan birini hemen gündeme alıp, tartışalım. Konu Aykut Kocaman'ın Selçuk Şahin tercihi; açıkçası sürekli oynatmasılmasının en fazla futbolcuya zarar vereceğini düşünüyorum. Çünkü Selçuk Şahin'in son 9 yılda bu takımın değişmeyen oyuncusu olarak kalmasının en önemli nedenlerinden birinin fazla sivrilmemiş olduğuna inanıyorum.
S
Karşılaşmanın 5. dakikasında Hilbert'in ceza sahasına gönderdiği topu ıskalayan Batuhan Karadeniz'in hemen arkasındaki Fernandes'in kaleye gönderdiği yakın mesafeden sert şutla öne geçen Beşiktaş, maç öncesinde zor geçmesi muhtemel bir deplasmandan üç gollü rahat bir galibiyet aldı.
Maç boyunca Karabükspor'un ceza sahasının içine bile girmeyi başaramayan atak organizasyonlarını izledik. Bunların belki de en etkilisi 16. dakikada Shelton'un boş kale yerine yan direğe nişanladığı şuttu.İlk yarı kaleyi bulan tek şut da olabilir bu.
İkinci yarı Skibbe tarafından gol umudu olarak oyuna giren İlhan Parlak'ın girdiği çok önemli pozisyonda yaptığı son vuruş tercihi Atletico Madrid'li Falcao'nun ülkemiz futboluna ne kadar yabancı olduğunu kanıtlar nitelikteydi. Ne demek istediğimle ilgili bir fikir edinemeyenlere dünkü yazımı öneriyorum.
Uğur Boral'ın sol kanattan getirip pozisyona dönüştürdüğü golle Beşiktaş iyice rahatlarken Karabükspor'un maçı dengeleme umutlarını da kırıyordu.
Beşiktaş Samet Aybaba'nın söylediğinin tersine aslında sahada çok da fazla koşma ve mücadele etmeye gerek kalmadan galip ayrıldı diyebiliriz. Bu sezon bir daha bu kadar rahat oynayabilir mi,
Chelsea-Atlatico Madrid Süper Kupa finaline Falcao’nun attığı üç gol damgasını vurdu ve İspanyol ekibi kupanın sahibi oldu.
Chelsea gibi yıllardır defansif karakteri sağlam bir takıma ilk devrede üç gol atabilmek için sadece taktik, teknik veya sistem seçiminin yetmeyeceği, sahada forma giyen oyuncuların bir şeyler yapması gerektiğine dair çok güzel bir örnekti Final.
7. dakikada attığı birinci gol öncesinde Cech karşı karşıya kalan Falcao topu kalecinin üzerinden aşırmakla kalmadı, boşalan kaleyi doldurmaya çalışan Chelsea’li oyuncunun yetişemeyeceği uzak kale direğine yakın bir yere gönderdi.
Topun gittiği yer ve pozisyon itibarıyla Falcao’nun çok bilinçli bir vuruş yaptığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Futbolcunun vuruş anındaki rahatlığı, gücü, bilinçli tercihi ve ustalığı sadece skoru değiştirmedi, Chelsea gibi bir takımın maça yenik başlamasına neden oldu.
İkinci gol öncesinde bu sefer defansın en önemli silahı olan ofsayt çizgisinin tam üzerinde kalmayı becererek kendisine avantaj sağladı. Chelsea defansı Falcao’yu iki defa çizginin dışına çıkarmaya çalıştıysa da Kolombiyalı oyuncu bu tuzaktan kurtulmayı başardı ve gelen pası bekledi.
Gol vuruşu yine defansın
Ne başarıyı ne de başarısızlığı doğru dürüst gerçek anlamda anlayamadığımız, üzerinde konuşup, tartışamadığımız, aslında düşünmediğimiz için sürekli tekrarla dolu deneyimler yaşıyoruz.
Dün maç sonunda stadyumda veya dışarıda bir sürü kızgın Fenerbahçeli vardı. Hemen herkes bir sorumlu bulmuştu. Çünkü odaklanılmış tek bir şey vardı; Fenerbahçe’nin başarısı, turu geçmesi. Elbette bundan daha normal bir şey olamazdı.
Ama sadece 11 futbolcu, kenarda onları sahaya sürenlerde mi aramalıyız nedenlerini yoksa biraz da kendimize, bakış açımıza da odaklanmalı mıyız?
İnsanların spora, mücadeleye, rekabete bu kadar düşkün olmasının bir nedeni de içinde bulundukları kendi sınırlı yaşamlarını tuttukları takımla özdeşleştirerek onun başarısıyla birleştirip olmadığı kadar yüceltmektir.
Başarısızlıkların bu nedenli öfke seline dönüşmesinin ardında bizim gerçek dünyamızdan bir yansıma vardır.
Büyük çoğunluğumuz Aykut Kocaman’dır. Bu nedenle esame listesi çıktığında, kadrolar okunduğunda hemen eline alıp; “hoca yanlış kadro çıkarmış, Selçuk yerine Baroni oynamalıydı” diyoruz. Hemen her pozisyon, oyuncu tercihi, futbolcunun oyun karakteriyle ilgili bir düşüncemiz, yorumumuz,
Cumartesi akşamı (veya gecesi) Fenerbahçe çok farklı bir dizilişle sahaya çıktı; sanki 4-4-2 gibiydi ama genel anlamda oyuna bakıldığında Kuyt-Sow-Krasic’ten oluşmuş bir ileri üçlüyle 4-3-3 oynuyordu.
Kuyt ve Krasic sürekli geriye gelerek orta alanda bir kalabalık oluşturuyor, defansif anlamda da katkı sağlıyordu.
Orta alanda da Selçuk-Mehmet Topuz-Mehmet Topal’dan oluşmuştu. Bu üçlüden ikisi savunma pozisyonuna geçildiğinde ön libero bölgesinde oynuyordu.
Bu dizilişin sahada işleyebilmesi için ileride oynayan üç oyuncunun rakip top çıkarken baskı uygulaması hayati öneme sahipti. Çünkü top arka alana geçtiğinde eğer rakip de çabuk ileri çıkabilen oyunculara sahipse eksik kalma riski söz konusuydu.
Öyle de oldu kuşkusuz!
Hatırlanacağı üzere 4-3-3 dizilişinin ülkemizdeki ilk deneyimi Zeman tarafından yapılmış; o çok meşhur Pendik Faciası yaşanmıştı. Zeman’ın ülkemizdeki serüveni çok kısa sürdü. Çünkü bu takım içindeki dengelerin çok önemli olduğu bir sistemdir; koşan, mücadele eden futbolculara ihtiyaç vardır.
4-3-3 sistemi denilince akla ilk gelen takım Barcelona’dır ve teknik adam olarak da bilindiğinin aksine ülkemizden neredeyse teneke bağlanarak gönderilen,
Türkiye’nin ikinci dereceden derbisinde savunmanın yaptığı hatalar yüzünden gelen golleri izledik. Karşılaşmanın başından sonuna kadar neredeyse her pozisyonda defansların bireysel ya da topluca müdahale, kademe, adam paylaşımı ve zamanlama yanlışları oldu. Bu kadar yanlış da ortaya 6 gollü bir sonuç ortaya çıkardı.
Bu sadece Beşiktaş-Galatasaray maçına ait özel bir durum olsa “ne derbiydi ama” diyerek geçiştirebiliriz. Ama genel anlamda neredeyse her karşılaşmada artık benzer hataları izlediğimiz için temel sorun haline geldiğinden konuşabiliriz.
Burada işi özetleyecek tek bir kelime var o da fundamental eksikliğidir.
Beşiktaş’ın yediği birinci golde her ne kadar Cenk ön plandaysa o topun doğru yere uzaklaştırılamamış olmasının etkisi önemliydi. Galatasaray’ın attığı ikinci goldeyse takım halinde diziliş, kademe, adam paylaşımı sorunu vardı.
Beşiktaş diyebilir ki “ben büyük takımım kornerden gelen topu karşılamak için adam paylaşımı yapmam, alan savunması uygularım” elbette böyle bir taktik de uygulanabilir ancak alan savunmasında da adam paylaşımı yapmanız gerekiyor; her bir rakip oyuncuyu bir kişi tutacak değil mi?
Golden hemen önceki dizilişe bakılırsa kale sahası