Avrupa'nın ekonomik olarak 6. büyük ligine sahip olmamamıza rağmen UEFA sıralamasında 27.700 puan ile 12. sırada bulunuyoruz. Bir altımızdaki Güney Kıbrıs'ın 26.333 puanı bulunuyor. 11. sıradaki Belçika'nın puanı 32.600; oldukça uzak bir mesafede duruyor. Daha iyi anlaşılabilsin diye ilk sıradaki İspanya'nın da puanını paylaşalım; 77.882. (*)
Futbolumuz için son 12 yılı içinde genel anlamda söyleyebileceğimiz şey 2000 yılında Galatasaray'ın UEFA Kupası, Milli Takımımızın 2002'de Dünya Kupası 3.lüğü, 2008'de Avrupa Şampiyonası yarı finalistliği ve Fenerbahçe'nin Şampiyonlar Ligi'nde çeyrek finale çıkmış olmasıdır.
Ne 2002'deki Dünya Kupası'nda ne de 2008'deki Avrupa Şampiyonası'nda kategori ve sınıflandırma olarak kendi üzerimizdeki takımlara karşı üstünlük sağlayamadık. Çok iyi gruplara düştük, o gruplardan bile zorlanarak final yoluna doğru gidebildik. Puan ve sıralamada üzerimizde olan hiçbir takıma karşı ne gruplarda, ne farklı eşleşmelerde tek bir başarımız olmadı.
Buradan net olarak ifade edebiliriz ki futbol olarak ortaya koyduğumuz herhangi bir istikrar, başarı çizgisi yoktur.
Sadece ideallerimiz, beklentilerimiz vardır.
Büyük hedefler koymak güzel bir şeydir.
Kötü sonuçlar kötü oyunlarla alınır. Hiç kuşkusuz bu oyunu oynayan futbolcularla... İyi sonuçlar da elbette bütün bu saydıklarımızın tam tersiyle...
Fenerbahçe çok kötü futbolculardan kurulu bir takım mı?
Çok kötü veya çok iyi futbol oynamak için kenarda bir teknik adama ne kadar ihtiyaç duyulur? Bu seviyeye gelmiş futbolculardan kurulu bir takım teknik adam olmasa bile iyi futbol oynayamaz mı?
Çok yetenekli futbolculardan kurulmuş bir takımı teknik direktör ne kadar kötü oynatabilir ki?
Son bir kaç maçtır oyunu ile hemen herkesin beğenisini kazanan Sow'u da bir türlü istenileni veremeyen, beğenilmeyen diğerlerini de çalıştıran, taktik veren aynı teknik adam, antrenörler değil mi?
Sow'a ne oldu da bu kadar canla başla, yürekten futbol oynarken, Kuyt durgunlaştı, Krasic kayboldu, Caner istikrarsızlık abidesi haline gelebildi?
Futbol takım halinde oynanan dinamik bir oyundur. Takımın her parçasının oyuna katkı yapması önemlidir, gereklidir. Bazen rakibin yaptığı ve yapamadıkları da futbolda belirleyici hale gelir.
Antalyaspor dün takım oyuna çok iyi örnek verirken; Fenerbahçe aksine nasıl kötü takım olunur ve futbol oynanır bunu gösterdi bize.
Kağıt üzerinde istisnasız bütün rakiplerimizi küçümsüyoruz.
Marseille karşısında 2-0 öne geçince nasıl 2-2 olur diye büyük olay çıkarıyoruz; oysa o takımın geçmişindeki başarılı tarihi görmezden geliyoruz. Hatta temsil ettiği ülkenin kim olduğunu tamamen unutuyoruz.
M'Gladbach bir anda köy takımı haline geliyor. Oysa yaşım itibarıyla Avrupa'daki ilk Şampiyonlar Kupası finalinde izlediğim takım Liverpool'un rakibi olarak M'Gladbach'tı. Sonrasında da adını hep duydum ve bildim.
Kıbrıs Rum Kesimi fark etmediğimiz şekilde sessizce ve derinden çalışarak Avrupa futbolunda burnumuzun dibine kadar geldi. Puan olarak aramızda ondalıklar sayılıyor. Hatta dün Fenerbahçe yenilmiş olsa muhtemelen sıralamadaki yerimiz de değişecekti.
Avrupa'daki yegane başarımızı 2000 yılında Galatasaray ile kazandık; ne bir tekrarı var ne de istikrarlı bir çizgi...
Belki beklentilerimiz çok yüksek, başka şeyler hayal ediyoruz ama elimizdeki sonuç da bu; Galatasaray salı akşamı tek kale mücadele ettiği Romanya ekibine sadece bir gol atabiliyor.
Milli Takımlar düzeyindeyse çok daha olumsuz bir tablo olduğu kesin; hep ne olacak futbolumuzun durumu diye tartışmak zorunda kaldığımız bir ortam
Fenerbahçe Ülker ile ilgili Euroleague’deki Olimpija ve TBL’ndeki TED maçlarından bir istatistik bilgi vereceğim.
Olimpija karşılaşmasında Fenerbahçe Ülker 3’ü ofansif, 26’sı defansif olmak üzere toplam 29 ribaunt alırken; rakibi aynı sırada 16 ve 24 toplam 40 ribaunt ile maçı tamamlarken; TED karşılaşmasındaysa Fenerbahçe Ülker; 7 adet hücum ve 22 adet savunma toplam 29, rakibiyse 11 ve 28 ile toplam 39 ribaunt alıyordu.
Fenerbahçe Ülker Olimpija karşılaşmasının ikinci yarısında hücumda kullandığı ve başarılı olamayan hiçbir topu pota altında alamadı. Öyle olunca da sayı bulmada çok zorlandı ve dış atışlara yöneldi.
Açıkçası Mirsad’ın yokluğunun bu derece etkili ve net bir şekilde ortaya çıkacağını beklemiyordum.
Sato’nun pasaport sorunu yüzünden Slovenya’ya girememesi, Kaya Peker’in maç günü ortaya çıkan rahatsızlığı nedeniyle takım rotasyonunda sorunlar olacağı belliydi; Pianigiani burada tercihini Bogdanovic’ten yana kullanırken, Preldzic’i de 1 numaradan 4 numaralı bölgeye kadar geniş bir aralıkta denedi. Andersen bu rotasyonun içinde kalırken, İlkay Karaman çok az forma şansı buldu.
Fenerbahçe Ülker, birinci periyotta 20, ikinci periyotta 26 toplam 46 sayı
Karşılaşmanın bitiş düdüğü öncesinde Olcay o golü atabilmiş olsaydı Beşiktaş için belki de yepyeni bir dönem başlayacaktı. Ancak Olcay da diğer arkadaşları gibi Onur’la verdikleri mücadelede başarılı olamadı.
Onur yediği gol öncesinde Fernandes’in önünde tek kişilik baraj kurdurdu. Bu aslında onun rakibini ne kadar iyi tanıdığının da bir işaretiydi. Portekizli oyuncu topu her şekilde o barajın üzerinden aşıracaktı. Barajı aşan topun ineceği nokta ise Onur’un durduğu yer olacaktı. Onur bunu matematiksel olarak doğru hesaplayabilmiş olsaydı belki de bugün Fernandes’in attığı harika golü değil, kaleci Onur’un kurtardığı pozisyonu konuşuyor olacaktık. O pozisyonda dahi neredeyse topa parmaklarının ucuyla dokunabildi.
Bu maçta Beşiktaşlı oyuncular için “beceriksizdiler” mi demeliyiz yoksa gerçekten Onur’un hakkını mı teslim etmeliyiz buna herkes kendine göre bir yorum getirecektir.
Ancak bir kalecinin bu kadar çok gol vuruşu çıkartması ister istemez onu büyütüyor.
Ve biz de bu kadar çok Onur’la ilgili övgü yazıyorsak Trabzonspor’un genel durumunun ne olduğunu kestirmek mümkündür.
Trabzonspor ilk yarıdaki oyunu ile Beşiktaş’ı yenebileceğini gösterdi; ikinci yarı ise başka
Aykut Kocaman her ne kadar eksik oyuncuların mazeretinin arkasına sığınmak istemese de takım oyunlarında "ideal tertip, düzen, taktik" diye de bir gerçek vardır.
Meireles ve Mehmet Topal'ın bulunmadığı orta alan kurgusu Selçuk ve Baroni'den oluşuyordu. M'Gladbach ve Beşiktaş karşılaşmalarında başarılı sonuç alınmış 4-3-3 yerine Selçuk ve Baroni hariç ileride oynayan bütün oyuncuların hareketli olduğu 4-4-2 dizilişiyle sahaya çıkılmıştı.
Sow, hafta içinde kendisi hakkında çıkan dedikoduları yalanlamak istercesine gayretliydi. Ancak futbol açısından diğer arkadaşlarına örnek oluşturacak tarzda saha basılmadık yer bırakmazken üzerine risk de alıyordu; bu kadar mücadelenin sonunda da sakatlanma riski vardı.
Ancak Sow ortaya koyduğu mücadele ve attığı golle müthiş bir performans gösterdi.
Krasic ilk yarı fena bir oyun oynamadı. Özellikle Bursaspor'un etkin görünüp gol de bulduğu zaman diliminden sonra Fenerbahçe'nin ataklarında etkin rol üstlendi; neden çıktığını bilemiyoruz.
Yerine oyuna ikinci yarı giren Stoch tam bir hayal kırıklığıydı. Ya üzerinde yoğunlaşan eleştirileri dağıtmak ya da bir an önce geçen seneye dönme telaşıyla basit futbol gereklerini yerine
Ülkemizde normal bir futbol atmosferi olsa golleri, mücadelesi, heyecanıyla 3-3 bitmiş bir karşılaşma sonrasında oyunun bu tarafını öne çıkartan yorumlar yapılırdı. Ancak her türlü puan kaybının büyük takımlar üzerinde travma etkisi yarattığı ortamda büyük bir umutsuzluk, karamsarlık içinde güzel, doğru olanı değil, başka şeyleri görüyoruz.
“İnsan, ancak anladığı şeyleri duyar.” Goethe.
Bu sözü seviyorum ve bir yerlerde dursun istiyorum.
Bütün bir haftayı; geçen Cuma’dan, düne kadar milli takımın yaşadığı kaos ve büyük belirsizlik üzerinde tartışarak geçirdik. Saçma sapan dedikodular üzerine habercilik ve yorum yapan kişilerin egemenliğinde kaynaklarımızın, potansiyelimizin ne olduğunu sürekli görmezden geldik.
Dünkü maç özelinde eğer maçta puan kaybeden Galatasaray üzerinden yorum yapmaya başlarsak aynı ekseni korumuş oluruz.
Oysa ağırlık merkezimiz başka bir şey olmalı.
Gençlerbirliği, Fuat Çapa’nın yönetiminde ligde farklı bir futbol oynamaya başlayan bir takım olma yolunda hızla ilerliyor.
Savunmada rakibin boş alan bulmasına engel olan bir dizilişle mücadele ederken hızlı hücumlarla özellikle kanatlardan etkili oluyor.
Cuma akşamı sahada mücadele eden takımla dün Macaristan’daki arasında kadro anlamında çok önemli farklar vardı.
Yani aslında iki takım teknik direktörü dışında aynı değildi. Bu nedenle de ortada bir takım iskeleti sorunu olduğu görebilmek gerekiyor.
Takım nasıl kurulur?
Bir zamanlar milli takımı oluştururken o hafta ligde parlamış futbolcular tercih edilirdi. Sonra bir milli takım iskeleti olması gerektiğini fark ettik. Bu Piontek zamanına denk gelen bir aralıktı. Piontek, A2 takımının başındaki Fatih Terim’le partner olarak çalıştı. Piontek’in değil ama Fatih Terim’in A2 takımı bir dönem sonra Avrupa Şampiyonası’na gitme başarısı gösterdi.
1996-2004 arası dönem; oturmuş, belli bir iskelete sahip milli takım karakteri ortaya çıkmıştı.
Sonra Ersun Yanal geldi; yeni bir jenerasyon için hamlede bulundu. Bu hamle Hakan Şükür polemiğine harcandı. Bu polemiği yapanların önemli bir kısmı hala köşelerinden aynı kelimelerle farklı isimleri harcamaya devam ediyor.
Bizi bugünlere getiren ilk kırılım burada ortaya çıktı.
2006 başarısızlığının sonrasında gelen 2008 mucizesi çok tatlı bir uyuşturucu gibi damarlarımıza enjekte edildi.