Kahramanmaraş merkezli depremlerdeki kahreden manzara ve buna dönük günlerdir süren akademik tartışmaların özeti şu maalesef:
Deprem bir doğa olayı ama onu afete çeviren biz insanlarız aslında.
Çünkü 500’den fazla aktif fayın olduğu, 81 ilin 68’inden bir şekilde aktif fay geçtiği bir ülkede normalde ne yapılır? Riskin büyüklüğü, nasıl azaltılacağı, binaların güvenliği, alınacak önlemler, deprem anında yapılacaklar, destek olanakları araştırılıp öğrenilir ve herkes evlerinde gönül rahatlığıyla uyur. Ki bu anlamda 20 bine yakın insanımızı yitirdiğimiz 1999 depreminden sonra da epey bir konuşup, tartışmış, “Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” diye söz de vermiştik. Bu bağlamda da evet, eskiye oranla aynı yerde değiliz, muhakkak bir şeyler yapıldı ama yapılması gerekenlerin yanında yaptıklarımız çok fazla değil. Mesela depremde yıkılmayan, göçmeyen binalar yapmak, riski azaltmak için yapılacak olanlar yönetmeliklerle belirlenmiş durumda. Hatta deprem mühendislerine göre, bırak 2018 ve 2019’daki son
Kandilli’nin 100’den fazla noktaya yerleştirdiği sensörlerle depremi 10 saniye önce tespit eden uyarı sistemi yıllardır çalışıyor. Ancak bu bilgi halkla değil, talep eden stratejik kurum ve kuruluşlar ile endüstriyel tesislerle paylaşılıyor...
Türkiye’nin deprem gerçekliğiyle birlikte Erken Uyarı Sistemi de popülerlik kazandı. Hemen herkes Google Android Deprem Uyarı Sistemi’ni konuşuyor. Sistem, 3 milyardan fazla Android akıllı telefonun çoğunda bulunan ivmeölçerleri kullanarak sarsıntıyı algılıyor ve etkilenen bölgedeki Android kullanıcılarına uyarı gönderiyor. Yani başlayan bir depremi saniyeler öncesinden haberdar ediyor. “10 saniye sonra deprem olacak” gibi! Dolayısıyla, bunun yaratacağı sonuçlar, kişi, toplum psikolojisi, acil durum davranışı, vb. yaklaşımlar da bir başka tartışma konusu. Hem de uzunca bir süredir. Çünkü bu erken uyarı sistemi özellikle İstanbul’a yönelik yıllardır var. Boğaziçi Üniversitesi Kandilli Rasathanesi ve Deprem Araştırma Enstitüsü (KRDAE), Deprem Mühendisliği Ana Bilim
Kahramanmaraş merkezli depremlerin ardından en riskli bölgeler konuşuluyor ve tartışılıyor. Genellikle de olası depremlerin yeri, zamanı ve büyüklüğü... Yani depreme hazırlıklı olmaktan ziyade tehdidin boyutu ve olma olasılığına dönük hesaplar daha ön planda... Bunların arasında, hatta başında da İstanbul var. Bu anlamda da İstanbul’u tehdit eden Kuzey Anadolu Fayı’nın tek mi yoksa parçalı mı kırılacağı ve özellikle de zamanlamasına dönük deprem bilimcilerden gelen farklı açıklamalar da malum. “İstanbul için sadece 5-6 yıl zaman kaldı” diyen de var, 2046’yı ve çok daha sonrasını işaret edenler de... Bunların hepsinin temel dayanağı da 1999 depreminden hemen sonra yapılan ve 30 yıllık periyodda büyük deprem olasılığını yüzde 62 (artı eksi 15) öngören bilimsel araştırma. Elbette zaman ve risk hesaplamasında daha sonraki yıllarda yapılan başka bilimsel araştırmalar da var. Mesela 2016’da yapılan son araştırma
30 yıllık periyodda olma olasılığını yüzde 47 öngörüyor. Tabii bunlar da hep büyük deprem olasılıkları
Kahramanmaraş merkezli depremlerdeki can kayıpları hepimizi derinden sarstı. Felaketin yaralarını sarmak için ülkece seferberlik halindeyiz. Bir yanda da riskli başka bölgeleri ve olası depremlerin etkileri, dolayısıyla da “çürük binalar” gerçekliğini konuşuyoruz. Çünkü doğru olan, bu kahreden manzaranın, can kayıplarının oluşmasını engellemek. Depremde yıkılmayan, göçmeyen binalar yapmak, riski azaltmak. Yoksa bu olmazsa, onun yarattığı bu acı manzara ortaya çıkıyor. Bunun da artık son bulması gerekiyor. Bu anlamda yapılacak olanlar da yönetmeliklerle belirlenmiş durumda. Hatta deprem mühendislerine göre değil, 2018 ve 2019’daki son yönetmelikler, 1975 yönetmeliğinde öngörülenler harfiyen uygulansa dahi bina yassı kadayıf haline gelmez, ağır hasar görebilir ama insanlar canlı çıkar. Ama maalesef eskisi yenisiyle, yapılan hepsinin yıkıldığı acı gerçekler de ortada. Niyesi de malum. Türkiye’nin yönetmelik sorunu yok ama uygulama sorunu, kişilik sorunu var. Çalma, bir şeyleri eksik yapma, kontrol etmeme
Deprem bölgesinde yıkılan ya da üzerinde imara aykırı değişiklik yapılan binalarla ilgili sorumlulukları bulunan kişiler hakkında başlatılan soruşturmalar sürüyor. Bu bağlamda da en büyük delil enkaz. Savcı, mühendis ve mimarlardan oluşan bilirkişi ekipleri her bir enkazdan karot örneği alıyor. Bunlar üzerinden şuna bakılacak: Binanın statiğinde, mühendisliğinde bir problem var mı, kullanılan malzeme yönetmeliğe uygun mu değil mi? Bu bina için kullanılması gereken malzeme mi? Yani yapım aşamasında bütün faillerin sorumlulukları ve kusurları ayrı ayrı tasnif edilecek enkazdan alınan bu örneklerle. Kimler olabilir? Birinci sırada müteahhitler var. İkinci sırada da yapı denetim uzmanları geliyor. Çünkü onlar kâğıt üzerinden bu inşaatları onaylamak için bulunmuyorlar. Varsa projeye bir aykırılık ya da yönetmeliklere uygun olmayan malzeme kullanımı onu tespit edip, müdahale etmek durumundalar. Nasıl yaptıkları da ortada. Tabii bunun bir de denetlemeyeni denetlemeyen belediyeler, kamu idaresi boyutu var. Onun için de herkes bu acıyı ortaya çıkaran
İnsanın söylemeye dili varmıyor ama yaşadığımız bu felaket korkulan İstanbul depreminin sanki bir provası maalesef...Hem göçen bina ve yıkımın boyutu hem de felaket sonrasındaki müdahalenin yetersizliği ve çaresizlik anlamında. Malum o bölge için öngörülenin aksine yaşanan sıra dışı felaketle, komşu ilden destek ve yardım stratejisi de çöktü. Deprem birbirine komşu 10 ili birden vurunca hiçbiri, diğerinin yardımına gidemedi...Bırak ili depremde en ağır hasar gören illerimizden Hatay’da ilçeden, ilçeye bile yardım ulaşmadı. Her yer çöktü, yollar tıkandı, on binlerce enkaz meydana geldi. Herkes kendi derdiyle baş başa kaldı. Dolayısıyla Allah saklasın ama o korkulan deprem olursa, ki deprem bilimcilere göre olacak İstanbul’un durumunu düşünmek bile istemiyorum. Hele de gidip deprem bölgesi, özellikle de Hatay’daki o vahim manzarayı gördükten sonra… Çünkü Hatay, yoğun yapılaşma ve bina stoğunun kötülüğü anlamında sanki İstanbul’un küçük bir kopyası
Depremin merkez üssü Kahramanmaraş’ın yanı sıra Hatay da ağır yıkım gördü. Eskisi, yenisi, depreme dayanıklı diye pazarlanan her yer enkaz halinde. Ve yıkılan o binalarla birlikte aileler, hayatlar da parçalandı, yok oldu, fotoğraflar sahipsiz kaldı.
On binlerce insanımızı yitirdiğimiz depremlerin merkez üssü bilimsel olarak Kahramanmaraş, ancak verdiği hasar, can kayıpları açısından düşünüldüğünde aynı tespit Hatay için de geçerli. Kentte taş üstünde taş kalmamış. Tek katlı, çok katlı, yıkılmayan ya da hasar görmeyen bina, yapı yok neredeyse. Eskisi, yenisi, depreme dayanıklı diye pazarlanan her yer enkaz halinde. Ve yıkılan o binalarla birlikte aileler, hayatlar da parçalandı, yok oldu. Yaşanmışlıklar, mazide kalan anılar, aile albümlerindeki fotoğraflar hepsi silindi, sıfırlandı. Bir zamanlar yaşayan, neonların aydınlattığı, kalabalıklarıyla bilinen caddeler ve sokaklar gibi onlar da yok artık. Geriye kalan hayalet binalar ya da enkaz başlarında suskun, sabırla bekleyen dokunduğunda da hüngür hüngür ağlayan
Malatya’daki 2. Ordu Karargâhı adeta deprem bölgesinin askeri merkez üssü gibi görev yürütüyor. Karargâhta görev yapan Mehmetçik dağ köylerinden şehir merkezlerine kadar her noktaya yardım taşıyor...
Kahramanmaraş merkezli depremlerin vurduğu afet bölgesindeyiz. İlk durağımız 2. Ordu Karargâhı’nın bulunduğu Malatya. Yani depremin yerle bir ettiği illerimizin askeri sorumluluk anlamında merkez üssü konumundaki ilimiz. Dahası Irak’ın kuzeyi ve Suriye’deki harekât bölgeleri de 2. Ordu’nun sorumluluğunda. Kısacası faaliyet alanı oldukça geniş. Şimdi de enkaz kaldırma, güvenlik ile çadırkentlerin organizasyon ve destek çalışmalarıyla yoğun bir hareketlilik içinde...
Güneşli ama çok soğuk (-13) bir havada uçağımız Malatya’ya doğru süzülürken sağımda ve solumda oturan biri Pötürgeli diğeri Arguvanlı iki yolcu, karla kaplı Bey dağlarını göstererek, şöyle diyor: “Depremin olduğu günkü havaya bakın, bir de bugünküne. O gün göz