Sami Kohen

Sami Kohen

skohen@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Başkan Barack Obama’nın önceki gün Kudüs’te 600 İsrailli üniversite öğrencisinin önünde yaptığı konuşma, Ortadoğu gezisinin en önemli olaylarından biri sayılıyor.
Çok dikkatle hazırlanmış bu uzun ve kapsamlı konuşma, Obama yönetiminin Filistin, Suriye, İran dahil çeşitli bölge meseleleri üzerinde bundan sonra izleyeceği politikaya ışık tutuyor.
Obama konuşmasının ilk bölümünü İsraillilerin duymak istediği sözlere ayırdı, İsrail’in varlığının ve güvenliğinin garantörü olduğunu: Washington’un İsrail’in hassas veya endişeli olduğu konularda desteklemeye devam edeceğini ilan etti.
Bu teminat, aynı zamanda İran’a ve Arap dünyasına verilen güçlü bir mesajdı...
Ancak Obama konuşmasının ikinci bölümünde, özellikle Filistin meselesinde açık ve kesin ifadeler kullandı, Filistin halkının bağımsız bir devlet kurmak hakkına sahip olduğunu, İsrail’in bu gerçeği kabul etmesi ve işgal politikasına son vermesi gerektiğini belirtti.
Bu da Başbakan Netanyahu’ya ve yeni kurduğu koalisyon hükümetine verilen bir mesajdı...

Kamuoyu baskısı
Obama bunları söylerken -bizce konuşmanın can alıcı noktasını oluşturan- şu sözleri söyledi: “Bir politikacı olarak diyebilirim ki, siyasi liderler halk kendilerinden risk almalarını istemezse, bu riski almazlar, barışı konuşmazlar... Görmek istediğiniz değişiklikleri siz yaratmalısınız”...
Gençlerin hararetle alkışladığı bu sözler, aslında şu önemli soruyu gündeme getiriyor: Barış konusunda halkın ne kadar etkinliği vardır? Bunda belirleyici olan yönetimin iradesi mi, yoksa halkın isteği midir?
Demokrasilerde ikisi arasında sıkı bir ilinti vardır. Özgür ülkelerde, halkın sesi elbet liderleri yönlendirir. Böyle bir ortam, yöneticilerle uzlaşmak, anlaşmak için -risk alma pahasına- gereken adımları atma cesaretini verir.
Böyle bir kamuoyu ortamının olgunlaşmadığı hallerde, kendilerine güvenen, sağduyu ve cesaret sahibi liderler, bu adımları atmak riskini göze alırlar.
Ortadoğu’da bununla ilgili en çok sözü edilen örnek, 1973 savaşının ardından Mısır devlet başkanı Enver Sedat’ın İsrail ile barışmak için Kudüs’e gidip Knesset’te bir konuşma yapması ve İsrail Başbakanı Menahem Begin ile oturup Mısır-İsrail barış anlaşmasını gerçekleştirmesidir.

Cesur liderlik
Yakın tarihte “cesur liderlik” ile ilgili örnekler pek çoktur. Avrupa’da İkinci Dünya Savaşı’ndan hemen sonra Almanya ve Fransa arasındaki yakınlaşma, aslında halkın barışa duyduğu ihtiyacı dikkate alarak cesur adımlar atan Konrad Adenaeur ve Charles de Gaulle’un kararlarıyla gerçekleşmiştir. İngiltere 1990’larda Başbakan Tony Blair’in İrlandalı ayrılıkçılarla (İRA) barış anlaşması imzalaması da, kendi sağduyusu kadar kamuoyunun isteği sayesinde mümkün olmuştur...
Başkan Obama’nın Kudüs’teki düşündürücü sözleri söylerken, Diyarbakır’da Nevruz kutlamalarının bir barış bayramına dönüşmesi, ilginç bir rastlantı.
Bu konuda nereden nereye gelindiği hatırlandığında, bunda gerek halkın barış isteğinin, gerekse “cesur liderliğin” etkisini görmek mümkün. Başbakan’ın attığı cesur adımlar olmasaydı bu noktaya gelinemezdi. Ama yöneticilere bu cesareti veren de, “artık kan akmasın” diyen halkın isteğidir...