Yılbaşı geldi mi, herkes merakla sorar: Bu sene nasıl geçecek? Yurtta ve dünyada neler olacak? Gerginlikler ve çatışmalar devam mı edecek, yoksa barış ve huzur hâkim olacak mı?
Senenin ilk gününde, neler olabileceğin konusunda tahminler yürütmek âdettendir. Biz de bu köşede bunu hep yapmaya çalıştık. Genelde geleceğe yönelik yapılan tahminler siyasi gelişmelerle ilgili. Oysa insanların hayatında her şey siyasetten ibaret değil.
Evet, siyasi olayların etkinlik alanı çok geniştir ama geldiğimiz noktada, siyasetten başka faktörlerin de artık devreye girdiği görülüyor. Hatta günümüzde, bu faktörler, siyasetten de daha önemli ve öncelikli bir yer alıyor.
Dolayısıyla, 2021’de neler olabileceği sorusunun yanıtını bu önemli ve öncelikli faktörleri dikkate alarak vermek gerek.
Bu bağlamda en az üç faktör sayabiliriz:
1) Önce sağlık
Koronavirüs salgını bütün insanlığa sağlık konusunun her şeyden önce ve her şeyin üstünde önem taşıdığını öğretmiştir. Bu, insanoğlunun hayatta kalması, yani
Her sene sonu, Türk dış politikasının o yılki başlıca özelliğini tek kelimeyle ifade etmeye çalışırım. Örneğin, 2019 senesini dış ilişkilerde bir “Atak Yılı” olarak neticelen- dirmiştim. 2018 için “Atılım Yılı” demiştim. Daha önceki yıllar için de “Gerginlik Yılı”ndan “Yeni Yöneliş Yılı”na kadar, çeşitli başlıklar kullanmıştım.
Sona ermek üzere bulunan 2020 için “Yayılma Yılı” sıfatının uygun düşeceğini düşünüyorum. Bundan kastedilen de, biraz daha uzun bir ifadeyle, Türkiye’nin dış politikada bu yıl içinde faaliyet ve nüfuz alanını bölgesel ve küresel çapta genişletmesidir.
Konunun detaylarını girmeden önce, şunu belirtmek gerek: Dış politikadaki olaylar, daha pek çok şey gibi, durup dururken birdenbire gerçekleşmez. Sonuç olarak görünen bir gelişmenin mutlaka bir evveliyatı vardır. Bu bir zincirin halkaları gibidir. Dolayısıyla, 2020’nin özelliğini oluşturan “yayılma” olayı, daha önceki yıllarda oluşmaya başlayan bir zincirin artık
Türkiye’nin yıllar boyunca dış politika kullandığı enstrümanlardan biri de “jeostrateji kartı”dır.
İkinci Dünya Savaşı’ndan Soğuk Savaş sonrasına kadar yakın tarih Türk diplomasisinin bu alandaki hünerinin ve başarılarının sayısız örnekleriyle doludur.
Ankara geçmişte olduğu gibi günümüzde de dış ilişkilerinde jeostratejik avantajını kullanmaya özen göstermektir.
Tabii, Türkiye’nin elindeki bu kartın değeri ve etkinliğinin derecesi, hangi ortamda, ne şekilde kullanıldığına göre değişiyor. Bunu incelemeden önce, jeostratejik faktörünü oluşturan başlıca unsurları kısaca değinelim:
Kuşkusuz coğrafi durum bu elemanların başında gelir.
Türkiye, bu bakımdan müstesna bir konuma sahiptir. Ülkemizin her zaman önem taşıyan bir bölgede hem Batı’da hem Doğu’da, hem Kuzey’de hem Güney’de yer alması, onun uluslararası platformdaki değerini hep yüksek tutmuştur. Tük diplomasisi bunun bazen sıkıntı yaratmasına rağmen, avantajını da kullanmıştır.
Gerçekten Türkiye coğrafi konumu sayesinde, jeostrateji kartını
Bundan 6 yıl önce İstanbul’daki bir düşünce kuruluşu, ABD’den gelen bir Kongre heyetine, Türk dış politikasındaki yeni eğilim ve yönelimler konusunda bir sunum yapmamı istemişti.
Heyet Temsilciler Meclisi’nin önemli üyelerinden ve Kongre’nin dış ilişkiler danışmanlarından oluşuyordu. O günlerde ABD’de tartışılan bir konu da kısaca “eksen kayması” diye nitelendirilen Türk dış politikasındaki yeni trend idi.
Bu konuda Batı’da yapılan spekülasyonlara Ankara “Eksen kayması yok” karşılığını veriyor, havayı yatıştırmaya çalışıyordu.
Aslında o zaman da Türk yetkililer, NATO üyeliğinin ve AB ile ortaklık vizyonunun, yani Batı ile sıkı iş birliğinin Türk dış politikasının “öncelikli, stratejik hedefi” olmaya devam ettiğini defalarca tekrarlıyordu.
Bununla beraber, Ankara, daha bağımsız bir yaklaşımla, “çok yönlü” politikalar geliştirmeye başlıyordu. Bunun makul gerekçeleri vardı: Soğuk savaştan sonra dünya konjonktürü değişmiş, yani şartlar oluşmuş, bu arada Türkiye de ekonomiden diplomasiye,
Türkiye, iktidarı ve muhalefeti, Meclisi ve medyası, hasılı devleti ve halkıyla, ABD’nin yaptırım kararına karşı tek vücut olarak tepkisini gösterdi.
Bu vesileyle Türkiye Cumhuriyeti, Başkan Trump’ın giderayak geçmişteki demeçleriyle çelişen bu tavrı karşısında, S-400 konusunda geri adım atmamak, savunma sanayii politikasını sürdürmek ve böylece egemenliğini korumak azmini de açıkça ortaya koymuş oldu.
Şimdi gelinen noktada, Ankara’nın bu kararlılıkla ABD yaptırımlarına nasıl bir karşılık vereceği gündemde.
Türk siyasi, diplomatik ve askeri yetkilileri halen bu konuda çeşitli opsiyonlar ve senaryolar üzerinde çalışıyor. Bu çalışmalar sonucunda nasıl bir karşılık verileceğini göreceğiz.
Washington’dan yaptırım haberi geldiği andan itibaren, Türkiye’de konu çeşitli çevrelerde, bu arada TV ekranlarında enine boyuna tartışıldı, Türkiye’nin mukabele seçenekleri üzerinde de duruldu.
Bütün bu opsiyonların ışığında, Türkiye’nin önünde iki yolun bulunduğu görülüyor:
AB zirvesinden Türkiye’ye karşı yaptırımlar konusunda çıkan kararın ülkemizde nispi bir rahatlama ve memnunluk yaratmasının, ilk bakışta çelişkili de görünse, iki nedeni var: Birincisi, bu toplantıda, korkulduğu gibi, derhal yaptırım uygulanmasına ilişkin bir mutabakat sağlanamaması ve bunun gelecek mart ayına bırakılması. İkincisi de, Zirve’de Yunanistan ve Fransa’nın başını çektiği birkaç ülkenin yaptırım taleplerinin kabul görmemesi, yani bu ülkelerin yenilgiye uğraması.
Nitekim Yunan muhalefeti ve basını da bu sonucun Atina için tam bir fiyasko olduğunu açıkça itiraf ediyor. Türk yetkilileri ve medyası da Zirve’nin sonucunun daha çok bu yönü üzerinde durdu.
Kuşkusuz bu tespit doğrudur. Ama bu, gerçeğin bir yüzünü yansıtıyor. Bir de öbür yüzüne bakmak gerek. AB ambargo yoluyla Türkiye’yi baskı altında tutmaktan vazgeçmiş değil. Konu gündemde kalıyor. Hatta AB, 20 Ocak’tan sonra ABD’deki Biden yönetimiyle bu alanda koordine bir çalışma yürütmek
Türkiye’nin Batı ile ilişkilerinde son zamanların en kritik günleri geldi çattı.
AB cephesinde, 27 üye ülke liderlerinin dün Brüksel’de başlayan iki günlük zirve toplantısında, Türkiye’ye karşı yaptırım kararının alınması söz konusu. Bu satırları yazarken karar çıkmış değil, ancak sınırlı veya kademeli de olsa, yaptırım uygulama niyeti apaçık belli.
ABD cephesinde, Türkiye’ye karşı yaptırım hareketi Kongre’den geliyor. Bu girişim hafta başında Temsilciler Meclisi’nde üçte iki çoğunlukla desteklendi. Haftaya Senato’nun aynı kararı onaylaması bekleniyor.
Türkiye’nin eş zamanlı olarak Batılı dost veya müttefikleri tarafından bu şekilde “cezalandırılması” çok düşündürücü ve kaygı vericidir. Yaptırımların pratikte bir kıymeti harbiyesi olmadığı söylense de, Ankara’nın ABD ve AB ile ilişkilerinde belirleyici bir etki yapacağı kuşkusuz.
Olayın etkilerini kararların kesinleşmesinden sonra önümüzdeki günlerde irdelemek üzere, bu yazımızda, ilişkileri bu kritik
Son zamanlarda Batılı ülkelerden Türkiye’ye karşı yapılan suçlama ve eleştiri konularından biri de, Ankara’nın Dağlık Karabağ savaşı sırasındaki tutumuyla ilgili.
Türkiye’nin bu ihtilafta Azerbaycan’a aktif destek sağlamasını gerekçe gösteren bazı AB ülkeleri, bu nedenle Ankara’nın yaptırımlarla cezalandırılmasını istiyorlar. Aynı gerekçeyle, ABD Dışişleri Bakanı Pompeo önceki gün NATO zirvesinde Türkiye’ye karışı beklenmedik, ağır suçlamalar yöneltti.
Dost ve müttefikler arasında Türkiye karşıtı böyle bir havanın esmesi çok düşündürücüdür. Hele suçlamalara konu olan meselelerden birinin Türkiye’nin Azerbaycan’a desteği olmasına bir anlam vermek oldukça zordur.
Batı’nın gözünde Türkiye’nin Dağlık Karabağ krizinde Azerbaycan’dan yana bir tavır alması neden bir kabahat oluyor. İlk bakışta bunu anlamak gerçekten zor.
Ama bir bakıma karşı tarafın bu konudaki düşüncelerinin ve kaygılarının ne olduğunu öğrenmekte ve ona göre bunun objektif bir