Yıl 1955... Londra’daki Lancaster House Sarayı Kıbrıs’la ilgili “beşli” bir konferansa ev sahipliği yapıyor.
Toplantıya Türkiye, Yunanistan, İngiltere Dışişleri Bakanları (Zorlu, Stefanopulos, Macmillan) ile Kıbrıs’taki iki cemaat liderleri (Dr. Küçük ve Makorios) katılıyor.
Bu, Kıbrıs konusunda yapılan ilk uluslararası konferanstı.
O dönemde Britanya İmparatorluğu Asya ve Afrika kolonilerine bağımsızlık vermeye başlamıştı. Kıbrıs’tan da benzer bir talep geliyordu. İngiliz hükümeti, işte Kıbrıs konferansını tüm ilgili taraflarla adanın geleceğini görüşmek amacıyla topluyordu.
Konferansın başladığı 28 Ağustos günü, ben Milliyet mensubu, çiçeği burnunda genç bir gazeteci olarak oradaydım. Bu benim ilk yurt dışındaki görevim ve aynı zamanda Kıbrıs meselesine ilgimin başlangıcını oluşturacaktı.
Nasıl başladı?
Bugün Cenevre’de gene Kıbrıs meselesiyle ilgili bu kez değişik şekilde BM’nin de katılımıyla “beş artı bir” formatında toplanırken, Londra’daki ilk konferansı ve o dönemde tarafların pozisyonu anımsamakta, diğer bir deyişle,
Son yıllarda bir hayli bozuk ve gergin bir seyir izleyen Türk-Mısır ilişkilerinin şimdi bir normalleşme sürecine girmekte olması, Türk dış politikasında yeni bir yönelimi yansıtması bakımından, üzerinde durulmaya değer bir anlam taşıyor.
Kahire ile ilişkilerin son bir dizi gizli temastan sonra düzelme yoluna girmesi artık resmiyet kazanmış bulunuyor. Bu bağlamda yakında daha üst düzeyde görüşmelerle son pürüzlerin giderilmesi ve karşılıklı olarak büyükelçi tayin edilmesi gündemde.
Bu, iki ülke arasındaki ilişkiler açısından olduğu kadar bölgenin jeopolitiği bakımından da önemli bir gelişme.
Biz ayrıca bu olayı, Türk dış politikasındaki yeni bir yaklaşımın işareti olarak anlamlı buluyoruz.
***
İki ülke arasındaki ilişkilerin kopma noktasına gelmesi ve uzun bir süre gergin kalması 2015’te şimdiki devlet başkanı Mareşal Sisi’nin, seçilmiş Mursi rejimini askeri bir darbeyle devirmesinin sonucudur. Ankara bu darbeye şiddetle karşı çıkmış, Kahire’deki büyükelçisini geri çekmiş, Mursi yanlılarına desteğini
Şaşırtıcı değil, ama hayal kırıcı.
Türk-Yunan ilişkilerini yıllar boyunca yakından izleyen bir gazeteci olarak, Yunan Dışişleri Bakanı Nikos Dendias’ın Ankara’da Türk Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu ile ortak basın toplantısında söylediklerini, tek, kısa bir cümleyle böyle değerlendirebilirim.
Yunan Bakan’ın daha resmi ziyaretinin başında, basının önündeki ilk konuşmasında, ev sahibi mevkidaşının nazik tavrının aksine, agresif bir dil kullanarak sert bir çıkış yapması, gerçekten bizi pek şaşırtmadı. Buna biraz da alıştık.
Daha önceki yıllarda Yunan liderlerinin Türk mevkidaşlarıyla buluşmalarında benzer bir duruş sergilediklerine tanık olduk.
Dendias ile Çavuşoğlu’nun eski kişisel dostlukları, bu ziyarete sadece iki ülke değil, uluslararası camia tarafından da atfedilen önem ve karşılıklı ilişkilere “yeni bir başlangıç” verileceği beklentisi basın toplantısında söylenen sözlerin gölgesinde kaldı.
Dendias ve onun patronu Başbakan Miçotakis daha ziyaretin başında böyle bir çıkış yapma stratejisini belirlediklerinde bunun
Ukrayna krizinin ortaya koyduğu tablo, endişe verici yanlarıyla birlikte zihinleri karıştıran çizgiler taşıyor.
- Bir yandan, gerginliği tırmandıran bir dizi olay cereyan ediyor: Karşılıklı suçlamalar, tehditler, askeri hareketlilik, tatbikat gibi güç gösterileri... Bu hareketlilik Rusya’nın Ukrayna’nın doğu bölgesi sınırına büyük askeri kuvvet sevkiyatı yapması ve ABD’nin de Karadeniz’e iki savaş gemisi gönderme kararıyla ciddi boyutlar aldı. ABD son dakikada bu gemileri Karadeniz’e göndermekten vazgeçmiş görünse de yüksek tansiyon hâlâ sürüyor.
- Diğer yandan, aynı tablodaki bir görüntü de, bu gerilimin yatışması için bazı çabaların başlamasıyla ilgilidir. Uluslararası platformda birtakım temaslar, istişareler yapılıyor. Bu arada ABD Başkanı Biden, Rusya Devlet Başkanı Putin ile telefonla konuşuyor. Sert dil kullanılarak yapılan karşılıklı tehditlerin aksine, tansiyonun düşürülmesine yönelik çağrılar seslendiriliyor.
Bu karışık tablo karşısında herkes Ukrayna krizinin nereye varacağını merakla
Ukrayna krizinin en güç durumda bıraktığı ülkelerin başında Türkiye geliyor desek her halde pek abartılı olmaz.
Son zamanlarda bir sıcak çatışma ve hatta daha geniş bir savaş endişesi yaratan bu krizde Ukrayna ile Rusya direkt olarak karşı karşıya geliyor. Ancak sorunun boyutları küresel çapta genişliyor ve Rusya ile ABD başta olmak üzere NATO’yu da ihtilafın içine çekiyor. Rakip taraflar arasındaki sürtüşme, karşılıklı tehditler ve askeri tatbikat gibi güç gösterilerle giderek tırmanıyor.
Krizin Türkiye’yi zor duruma bırakması coğrafi ve siyasi konumundan kaynaklanıyor. Ankara hem Ukrayna hem de Rusya ile iyi ilişkilerini ve iş birliğini sürdürmek istiyor. ABD’nin müttefiki ve NATO üyesi olmakla beraber, Rusya ile de bağlarını güçlendirmeye özen gösteriyor.
Türk diplomasisi bu çok yönlü, dengeli tutumunu korumayı ulusal çıkarlarının gereği sayıyor.
Bu politikayı Ukrayna krizi gibi sorunlar çıktığında yürütmek gerçekten çok güç: Bir yandan birbirleriyle
AB Komisyonu Başkanı Ursula Von Der Leyen ve AB Konseyi Başkanı Charles Michel’ın Ankara’da Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile yaptığı görüşme, Türkiye-AB ilişkilerinde “yeni bir başlangıç” veya “yeni bir dönüm noktası” olarak değerlendiriliyor.
Gerçekten son zamanlarda Ankara ile Brüksel arasında yaşanan uyuşmazlıklardan ve gerginliklerden sonra, bu görüşmenin nispeten yeni sayılacak farklı bir havada cereyan ettiği, bunun da ilerisi için umut yarattığı görülüyor.
Bu bağlamda başlıca değişiklik, tarafların yaklaşımı, üslubu ve söylemi üzerindedir. Liderler başta olmak üzere resmi çevrelerin iyi niyet beyanları, uzlaşıcı tutumu, yapıcı jestleri, en azından eskisinden farklı, yeni bir başlangıcın sinyalini veriyor.
Ayrıca Ankara’da görüşmelerde ele alınan birçok sorunla ilgili olarak ortaya konan pozisyonlar da eskisinden daha olumlu. Bu sorunların başında da uzun zamandan beri tartışma ve gerilim yaratan Gümrük Birliği, sığınmacılar ve vize kolaylıkları gibi meseleler yer alıyor. Bu konularda henüz bir
Brüksel’de dün başlayan ve bugün sona erecek olan AB Zirvesi’nden Türkiye ile ilgili nasıl bir karar çıkacak? Bu karar Türkiye-AB ilişkilerinde “yeni bir başlangıç”ın işaretini mi verecek, yoksa Ankara’yı kendisinden daha da mı uzaklaştıracak?
Bunu zirvenin sonunda yayımlanacak bildiriden öğreneceğiz. Ancak hafta başında basına yansıyan AB Dış İlişkiler Yüksek Temsilcisi Josep Borrell’in 15 sayfalık raporu ve üst düzey AB yetkililerinin yaptıkları açıklamalar, zirveden çıkacak sonuç hakkında şimdiden bir tahmin yürütmek imkânını veriyor.
Aslında zirve öncesinde yapılan bütün açıklamalar, iki tarafın da temel meselelerdeki zıt pozisyonlarını koruduklarını gösteriyor. Yani bu söylenenler için “aynı nakarat” demek mümkün...
Bu zirvede de liderlerin Türkiye konusunda almaları beklenen tutum da herhalde eskisinden pek farklı olmayacak, yani gene eski Türkçe tabiriyle “idareimaslahat” cinsinden olacak. Bunun amacı da bir yandan Türkiye ile diyaloğu koparmamak, onu
Hafta sonunda Ankara’da alınan bir dizi beklenmedik karar, Türkiye’nin dış ilişkilerinde yeni sıkıntılı durumlar yaratmış bulunuyor.
Etkilerini uluslararası alanda da hemen hissettiren bu olayların başında, İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme, HDP’nin kapatılmasına yönelik işlem, Merkez Bankası Başkanı’nın değiştirilmesi gibi çarpıcı kararlar geliyor.
Dış ilişkiler açısından en çok ses veren, ters tepkilere yol açan olay, İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararıdır. Bu sürpriz karara, Türk hükümetinin iç ve dış politikalarında yeni bir yönelimin işareti olarak bakılıyor ve bunun pratikte Erdoğan iktidarının son zamanlarda siyasal ve ekonomik reformlarla ilgili açıkladığı planlara ve hedeflere ters düşmekte olduğu sonucu çıkarılıyor.
Aslında bu son kararların zamanlaması, bu konuda içeride olduğu kadar dışarıda da bazı kuşkular yaratmış bulunuyor. Son zamanlarda hükümetin reform programından İnsan Hakları Eylem Planı’na kadar açıkladığı yeni hedefler, ayrıca dış politikada AB ile ilişkilerde yeni bir