Türkiye-ABD ilişkilerinin iyi gittiği bir sırada “Ricciardone olayı” havayı bozmuş görünüyor. Bu olayın Ankara’daki ABD Büyükelçiliği’ne yapılan intihar saldırısının yol açtığı sempati ve dayanışmanın hemen ardından meydana gelmesi, gerçekten bir talihsizlik.
“Olay”ın çıkış sebebi, ABD Büyükelçisi Francis J. Ricciardone’nin Ankara’da düzenlediği bir basın toplantısında ele aldığı birkaç konu arasında Türkiye’deki tutuklamalar ve yargılamalar üzerinde bazı eleştirel görüşler ifade etmiş olmasıdır.
Buna üst düzey AK Parti yetkililerinin tepkisi çok sert oldu. Büyükelçi Türkiye’nin iç işlerine karışmakla suçlandı ve bu tür bir davranışı bir daha tekrarlamaması için uyarıldı.
Buna da ABD Dışişleri Bakanlığı verdiği yanıtta Büyükelçi’nin söylediklerinin eski Bakan Hillary Clinton’un beyanlarının bir tekrarı olduğunu ve yeni Bakan John Kerry’nin de yakında Türk yetkililerle aynı görüşleri paylaşacağını belirtti...
* * *
Bu olayın iki boyutu var.
Birincisi bir yabancı büyükelçinin ülkenin “iç işlerine müdahale” sayılan beyanlarda bulunduğu hakkına sahip olup olmadığıdır.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan AB üyesi üç Orta Avrupa ülkesine ziyaretini, Birliğe seslenmek için bir fırsat olarak değerlendirdi.
Birkaç cümle ile özetlersek, verdiği başlıca mesaj, AB kapısında yarım yüzyıldır bekletilen Türkiye’nin artık sabrının tükenmekte olduğudur. Bu konuda öfkesini açıkça ifade eden Başbakan AB’ye bir çağrıda bulundu ve Türkiye’yi üye olarak almak niyetinde olup olmadığını açık ve net şekilde ilan etmesini istedi.
Mesajın diğer boyutu, Ankara’nın artık daha fazla beklemeyeceği ve bu şartlarda AB’den vazgeçeceği uyarısıdır. Bu opsiyonu da göze alan Başbakan, bunun Türkiye için dünyanın sonu olmayacağını, kıyametin kopmayacağını söyledi. Kaldı ki, Başbakan’a göre, halen AB’nin Türkiye’yi ihtiyacı, Türkiye’nin AB’ye ihtiyacından daha fazladır. Yani Ankara’nın AB üyeliğinden vazgeçmesinden Türkiye’den çok, AB zarar görmüş olacaktır...
Aslında bundan iki taraf da “kazançtan kayıp” anlamında zararlı çıkacaktır. Oysa amaçlanan şey, karşılıklı yarardır, yani bir “kazan-kazan” (“win-win”) durumudur.
* * *
AB ile ilişkilerin kopması halinde Türkiye’nin hangi “kazanımları kaybedeceğini” iyice hesaplayıp düşünmek lazım.
Kayıp hanesine girecek başlıca
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın AB ile ilgili olarak en son söyledikleri, kafa karışıklığına ve kuşkulara yol açan daha önceki konuşmalara bir açıklık getirdi.
Başbakan geçen hafta yaptığı konuşmalarda AB’nin Türkiye’ye karşı tutumunu sert biçimde eleştirirken, onun deyişiyle “Şanghay Beşlisi’ni hararetle övmüş, bu örgütün AB’den “daha iyi ve daha güçlü” olduğunu, kendisinin de bu topluluğun “değerlerini paylaştığını” belirtmişti.
Erdoğan aynı konuşmalarında Şanghay İşbirliği Örgütü’ne (ŞİÖ) üyeliği ciddi şekilde değerlendirdiğini açıklarken, bunun gerçekleşmesi halinde “AB’ye Allahaısmarladık” diyebileceğini de söylemişti...
Bu sözler, zihinlerde Başbakan’ın ŞİÖ’yü AB’ye bir alternatif olarak düşündüğü izleniminin yer almasına yol açmıştı...
* * *
Anlaşılan Başbakan böyle bir kanaatin doğmasından rahatsız olmuş ve özellikle Prag’da yaptığı konuşmalarda buna bir açıklık getirmek gereğini duymuştur.
Bu kez Erdoğan, ŞİÖ’yü AB’ye bir alternatif olarak görmediğini vurgulamış ve “Şanghay Beşlisi”ne üye olmadan da onunla özellikle ekonomik alanda sıkı işbirliği kurulabileceğini ima etmiştir.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın AB ile ilgili son söyledikleri, ilk bakışta Birliğe karşı bir “rest” olarak algılanabilir.
Başbakan’ın ifadeleri net ve kesin: “Yakında bir Brüksel ziyaretimiz olacak. Orada kendileriyle (AB yetkilileriyle) açıkça konuşacağız. Olacaksa olsun, olmayacaksa bunu da söyleyin. İlla bizim ayrılmamızı bekliyorsanız, bunu da değerlendiririz”...
Başbakan önceki gün üç Avrupa ülkesini kapsayan seyahatine çıkarken bu söylediklerini, dün de Prag’da aynı açıklıkla tekrarladı. Bu arada Türkiye’nin 50 yıldır AB’nin kapısında bekletilmesinin dayanılmaz bir hal aldığını ve Ankara’nın AB’siz de Avrupa ülkeleriyle ilişkilerini sürdürebileceğini belirtti.
Bu açıdan bakıldığında, Erdoğan’ın bu sözleri, AB ile bağların koparılacağı anlamında bir “rest”ten çok, işin bu noktaya getirilmemesi için bir “uyarı” veya “baskı” niteliğini taşıdığı açıkça belli oluyor.
Verilen mesaj, hükümetin -Türk kamuoyu gibi- gerçekten sabrının ve umutlarının tükenmekte olduğu, dolayısıyla AB’nin Türkiye’yi oyalamaktan vazgeçip artık müzakere sürecini hareketlendirmesi gerektiğidir.
Esas beklenti...
İsrail’in Suriye’ye karşı giriştiği hava bombardımanı, henüz tam yanıtlanamayan bir dizi soruya yol açmış bulunuyor: İsrail durup dururken neden böyle bir operasyona girişti? İsrail savaş uçakları tam olarak neyi hedef aldı? Suriye saldırıyı hangi amaçla dünyaya duyurdu? Nihayet bu olay kızışır ve yayılır mı?..
İlginç olan husus, bombalanan hedef konusunda dahi kafa karışıklığının devam etmesidir.
Suriye kaynaklarına göre hedef Şam yakınlarındaki bir “bilimsel araştırma merkezi” idi. Tabii askeri amaçlarla kullanılan (hatta kimyasal silah üretilen) bir merkez...
Buna karşılık Amerikan kaynakları ise, bombalanan hedefin, Suriye’den Lübnan’daki Hizbullah’a SA-17 füzeleri gibi modern silahlar götüren bir konvoy olduğu kanısında.
İsrail ise bu konuda suskun. Neyi bombaladığını askeri bir sır olarak saklamaya devam ediyor.
Kırmızı çizgiler
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Türkiye’nin AB’den ayrılıp Şanghay İşbirliği Örgütü’ne (ŞİÖ) katılabileceğine ilişkin sözlerinin sadece Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’e yapılmış bir şakadan ibaret olmadığının anlaşılması üzerine, konu basında ve düşünce kuruluşlarında ciddi bir şekilde tartışılmaya başlandı.
Genelde bu düşüncenin -veya niyetin- pek rağbet görmediği anlaşılıyor. AB üyeliği konusunda düş kırıklığına uğrayanlar ve umudunu yitirenler dahi, açıkçası ŞİÖ’yü iyi bir alternatif olarak görmüyorlar.
Kaldı ki, Türkiye’nin ŞİÖ’ye tam üye olarak katılmasının mümkün olup olamayacağı da sorgulanıyor. Bunun “fizibilitesi” bir yana, esas tartışma konusu böyle bir hamlenin “mantığı”dır.
Hangi ortak değerler?
Başbakan demecinde ŞİÖ’yü AB’ye bir alternatif olarak sunarken, bu örgütün “çok daha iyi” olduğunu ve Türkiye’nin onunla değerlerini çok daha fazla paylaştığını öne sürdü.
Türkiye yıllardan beri AB üyeliği hedefine yönelik çabalarını harcarken Birliğin sadece sağlayacağı ekonomik avantajları değil, çağdaşlaşma sürecine katkılarını da göz önünde bulundurmuştur. Bu temel vizyon, iktidara geldiği andan itibaren Ak Parti’nin de bir tercihi ve önceliği olmuştur.
Başbakan R. T. Erdoğan geçen temmuzda Kanal 24’le yaptığı bir söyleşide, Rusya Devlet Başkanı V. Putin ile paylaştığı bir şakadan söz etmişti. Buna göre Putin’in “Sizin AB’de ne işiniz var?” diye takılmasına karşılık Başbakan da kendi deyişiyle “latife” olarak şu yanıtı vermişti: “Bizi Şanghay Beşlisi’ne alın, biz de AB’yi gözden çıkaralım”...
Bu ilginç açıklama üzerine, bu köşede yayımlanan “Başbakan’ın şakası” başlıklı yazımızda Erdoğan’ı böyle bir espri yapmaya iten nedenleri ve bunun Türk dış politikası üzerindeki olası etkilerini incelemiştik.
Geçen cuma günü Başbakan gene aynı kanaldaki bir söyleşide konuya gene değindi. Ancak bu kez söyledikleri bir “şaka” değil, “ciddi” bir fikir ve hatta niyet niteliğini taşıyordu.
Konuşmasında Putin’e daha önce söylediklerini hatırlatan Başbakan, AB’den ayrılıp “Şanghay Beşlisi”ne katılmayı değerlendirmekte olduğu mesajını verdi. Bu örgütü AB’ye bir alternatif olarak gördüğünü ve onunla ortak değerleri paylaştığını belirtirken de şu ifadeyi kullandı: “Şanghay Beşlisi daha iyi, daha güçlü”...
AB’ye rest mi?
Bir TV programında sorulan sorulara cevaben ayaküstü söylemiş de olsa, bu sözler Başbakan’ın konu ile ilgili
Nasıl olur da uluslararası camia, Suriye’deki insanlık dramına seyirci kalırken, bir iç çatışma nedeniyle Mali’ye askeri müdahalede bulunuyor?
Akla ilk gelen yanıt şu: Mali’de zengin uranyum ve altın kaynakları var. Fransa, Kara Afrika’daki bu eski kolonisindeki çıkarlarının tehlikeye düşmesini istemiyor ve dolayısıyla müdahale etmekten çekinmiyor. Oysa Suriye’nin buna benzer toprak altı zenginlikleri yok. Dolayısıyla kimse oradaki canları kurtarmak için devreye girmek istemiyor...
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın da hafta sonu bir konuşmasında dile getirdiği bu argümanda bir hakikat payı var kuşkusuz. Fransa’nın “hiçbir çıkar gözetmeden” sırf insancıl duygularla Mali’ye asker sevk ettiğini düşünmek saflık olur.
Ancak Suriye-Mali mukayesesinde, dış müdahaleyi mümkün veya imkânsız kılan başka birçok faktör var.
1) Mali’de meşru hükümet, ayrılıkçı isyancıların açtığı savaşa karşı Birleşmiş Milletler’den ve özellikle Fransa’dan yardım istedi. Güvenlik Konseyi oybirliğiyle bu desteği verdiği gibi, bölgeye uluslararası bir askeri güç gönderilmesini de kararlaştırdı.
Suriye’de Esad yönetiminin böyle bir talebi yok, aksine, o dış müdahaleye şiddetle karşı...