Başbakan Recep Tayyip Erdoğan Reyhanlı olayından sonra söylediklerini dün de grup toplantısında tekrarladı ve Türkiye’nin bu saldırının sorumlularına bunun cezasını “er geç, misli ile ödeteceğini” belirtti.
Ankara’nın görüşü, Reyhanlı’daki bombalı araba saldırısını gerçekleştirenlerin arkasında Esad rejiminin bulunduğu yönünde olduğuna göre, Başbakan’ın ve diğer hükümet yetkililerinin sözünü ettikleri karşılığın adresi de, Şam olsa gerek. Zaten resmi açıklamalarda Şam’daki rejime bağlı birimler ve Türkiye’deki uzantıları açıkça suçlandı ve Suriyeli muhaliflerin bu olayla hiçbir ilgisi olmadığı vurgulandı...
O halde, Esad yönetimine karşı nasıl bir hareket söz konusu olabilir?
Muhakkak ki halen hükümet çeşitli opsiyonları değerlendiriyor.
Başbakan’ın son demeçlerinde defalarca soğukkanlı olmak ve eylemcilerin tuzağına düşmemek gerektiğine işaret etmesi, yani olayın yarattığı öfke ve infiale rağmen fevri hareket etmekten çekinmesi, doğru bir davranış. Şu sırada kimse Türkiye’nin Şam yönetimini cezalandırmak için, kendi başına bir askeri müdahaleye girişmesini beklemiyordur herhalde...
Ankara daha sert
Reyhanlı’daki bombalı saldırının esas sorumlusunun kim olabileceği hakkında başta çeşitli senaryolar ortaya atıldı. El Muhaberat’tan El Nusra’ya kadar birçok isim zikredildi, her biri için ilk bakışta akla yakın görünen gerekçeler öne sürüldü...
Hızlı bir şekilde yapılan soruşturma ve tutuklamalar, hükümetin, bu menfur saldırının arkasında Suriye istihbarat servisinin ve dolayısıyla Esad yönetiminin bulunduğu sonucuna varmasına yol açtı.
Yani Türkiye -bundan önceki saldırılar gibi- bu vahim olaydan Beşar Esad’ı resmen sorumlu tutuyor.
Dolayısıyla Ankara buna nasıl bir karşılık vereceğini, edindiği bulgu ve bilgilere dayanarak değerlendirecek ve ona göre hareket edecek.
Kuşkusuz yetkililerin bu bağlamda düşündüğü ve planladığı çeşitli opsiyonlar vardır. Bunlara yarın değineceğiz. Bugün Suriye krizinin Türkiye’ye nasıl sıçradığı üzerinde durmak istiyoruz.
Sorunun parçası
ABD ile Rusya arasında Suriye konusunda önceki gün varılan mutabakat, 26 aydır devam eden iç çatışmaların sona ermesi ve siyasi bir çözümün gerçekleşmesi için yeni bir umut yaratmış bulunuyor.
ABD Dışişleri Bakanı John Kerry’nin Moskova’da Rusya devlet başkanı Vladimir Putin ve Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov ile çetin müzakerelerden sonra üzerinde anlaştığı formül, iki ülkeyi birbirine yaklaştıran bir ortak diplomatik girişimin yolunu açıyor.
Buna göre Washington ile Moskova, bu ay içinde uluslararası bir konferans toplamaya çalışacak. Bu toplantı geçen yıl haziran ayında Cenevre’de yapılan konferansta varılan, fakat bir türlü uygulanamayan 6 maddelik bir mutabakatı esas alacak.
Cenevre bildirgesi, Suriye’de ateşin kesilmesini, muhalefetin de yer alacağı bir geçiş hükümetinin kurulmasını ve parlamento ile başkanlık için seçimlere gidilmesini öngörüyordu.
Esad faktörü
Ne var ki, “Esad faktörü”ne takılan uyuşmazlık daha baştan çözüm yolunu tıkadı. Basit deyişiyle, geçiş sürecinin “Esad’lı mı, Esad’sız mı” yapılacağı konusunda taraflar uzlaşamadı. ABD -ve Türkiye dahil Batılı ve Arap ülkeler- her şeyden önce Beşar Esad’ın çekilmesini şart koştular. Rusya ise Esad’ın
Haftalardır beklenen davada baş sanığın genç bir kadın olması, dikkatleri ister istemez onun üzerine çevirdi: Şık ve bakımlıydı, oldukça rahattı, çiklet çiğniyor, avukatları ile şakalaşıyordu; adeta bir foto-model gibi duruyordu...
Münih’teki mahkemede yargıcın karşısına çıkan 38 yaşındaki Beate Zschaepe Neo-Nazi bir çete kurmaktan, cinayet ve kundaklamaya kadar bir dizi ağır cürümle suçlanan bir sanık değildi sanki...
Oysa Zschaepe’in diğer dört sanıkla birlikte yargılanacağı dava, Almanya’da son yıllarda görülen siyasi nitelikteki en büyük vakadır.
Aslında sanık sandalyesine oturan, sadece mavi gözlü Beate Zschaepe ve arkadaşları değil, mensup oldukları Neo-Nazi “Nasyonal Sosyalist Yeraltı” (NSU) adlı çete, hatta daha genel bir bakışla, Almanya’da hortlayan aşırı sağcı, ırkçı, yabancı düşmanı harekettir.
Bu davada ideolojik saplantılı terör eylemlerine katılmakla suçlananlar, denizin sadece üstünde görülen bir aysberg gibidirler. Daha derine inildikçe, Alman toplumunun içinde yer alan daha iri bir kitle kendini gösteriyor.
Münih’teki Eyalet Yüksek Mahkemesi’nde başlayan dava işte böyle bir anlam ve önem taşıyor.
İsrail’in Suriye’ye karşı giriştiği peş peşe iki hava saldırısı karşısında Esad yönetimi ne yapacak? Aynı şiddette bir misillemede mi bulunacak? Bu son olay Suriye krizinin, İsrail’in de yer alacağı daha geniş, bölgesel bir çatışmaya yol açabilir mi?
İsrail’in beklenmedik saldırısı Beşar Esad’ı zor bir seçenekle karşı karşıya getirdi. Askeri misilleme opsiyonu Suriye’yi İsrail ile bir savaşa sürükler ki, Esad bunu göze alacak durumda değil. Nitekim geçen ocak ayında İsrail şimdikine benzer bir askeri operasyona giriştiğinde de Şam diktatörü hareketsiz kalıp bu olayı geçiştirmeyi tercih etmişti.
Şam’da yapılan resmi açıklamalar, İsrail saldırısının karşılıksız kalmayacağından ve çeşitli seçeneklerin değerlendirilmekte olduğundan söz ediyor.
Bu seçeneklerin ne olabileceği, halen spekülasyon konusu. Bu İsrail’e karşı orta menzilli füzeler göndermekten, Hizbullah’ın aracılığı ile belirli hedefleri bombalamaya kadar, farklı opsiyonlar olabilir.
Analistler Suriye’nin zaman kaybetmeden hemen İsrail’e misillemede bulunacağına pek ihtimal vermiyorlar. Herhalde İsrail hükümeti de öyle düşünüyor olmalı ki, Başbakan Netanyahu olayın ertesi günü resmi bir ziyaret için Çin’e gitti...
Sinop Nükleer Santralı projesi için tercihin bir Japon firmasının lehinde yapılmasında, kuşkusuz teknolojik ve ekonomik nedenler başlıca rolü oynamıştır. Nitekim Başbakan Erdoğan da bir Japon gazetesine verdiği demeçte, Japonların bu alandaki üstün “know-how”sunun yanı sıra özellikle deprem konusundaki deneyiminin ve çevre ile ilgili hassasiyetinin ön planda tutulduğunu belirtti.
Bu karar Türkiye ile Japonya arasında daha önce girişilen asma köprü, tüp geçiş, uydu gibi dev projeler üzerindeki işbirliğine yeni bir halka ekliyor. Başbakan’ın deyişiyle “Japonya ile daha yapacağımız çok büyük işler var”...
Bir bakıma Sinop projesi ile ilgili anlaşma Ankara’nın enerji gibi hayati ve hassas bir konuda “çok yönlülük” kıstasını da göz önünde bulundurduğunu gösteriyor.
ABD başta olmak üzere, Batı’nın gözlerini giderek Asya-Pasifik’e çevirdiği bir dönemde, Türkiye’nin de dikkatini dünyanın o tarafına çevirmesi doğal. Zaten bir süredir Türk dış politikası böyle bir yönelişin işaretlerini veriyor.
***
Geçen hafta Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Kazakistan’da düzenlenen bir törende, Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) ile bir “diyalog ortaklığı” anlaşması imzaladı. Böylece NATO üyesi
Haberi ilk veren İsrailli askeri istihbarat yetkilisi General İtay Brun oldu. Dünya ajanslarının 23 Nisan’da verdiği flaş haberde, Suriye’de Esad kuvvetlerinin son zamanlarda ülkenin çeşitli bölgelerinde kimyasal silah kullandığına dair kanıtların bulunduğu açıklanıyordu.
Kısa bir tereddütten sonra, önce İngiltere, ardından ABD yetkilileri haberi doğruladılar. Bu arada Suriyeli muhalifler de, Şam ve Halep dahil, çeşitli bölgelerde Esad rejimine bağlı güçlerin kimyasal silahlar kullanması sonucunda ölenler hakkında ayrıntılı bilgiler verdiler.
Bizim basında her nedense pek yer almayan önemli bir ayrıntıya göre, Suriyeli muhalifler, kimyasal silahlarla öldürülen bazı insanların vücut parçalarını, Türkiye yolu ile ABD’ye ulaştırmışlar. CNN’nin ünlü muhabiri Christiane Amanpour’un konuştuğu bir muhalefet lideri, bu kanıtın “Türkiye’deki ofisleri tarafından Ankara’daki ABD Büyükelçiliği’ne ulaştırıldığını” açıkladı.
Bu haftanın başında Başkan Obama da ABD’nin elinde Suriye’de kimyasal silahların kullanıldığına dair birtakım bulguların bulunduğunu doğruladı...
***
Bu gelişmelerin ışığında Suriye’de son zamanlarda kimyasal silahların kullanıldığı kanısı artık iyice güçlenmiş
“Türkiye yüz binlerce Suriyeli mültecinin kendi topraklarına sığınmalarını insani bir şekilde sağlamıştır. Türklerin bu sığınmacılar için kurdukları kamplar, yeterince para sağlandığı takdirde, neler yapılabileceğini gösteren bir modeldir. Ancak Türkiye’nin, artarak devam etmesi muhtemel olan mülteci akınının bedelini tek başına ödeme lüksü olmadığı gibi, kendisinden böyle bir şey beklemek de doğru değildir”...
Bu cümleler, Uluslararası Kriz Grubu’nun (ICG) dün yayınladığı Suriye ile ilgili bir raporda yer alıyor. Dünyanın en etkin sivil toplum kuruluşlarından biri olan ICG, bu 43 sayfalık raporunda Suriye krizinin Türkiye için yarattığı sonuçları ve özellikle mülteciler meselesini etraflıca inceliyor.
Rapordaki tespitler ve rakamlar, bu konudaki insancıl tutumu övülen Türkiye’nin nasıl ağır bir sorumluluk yüklendiğini ortaya koyuyor: Şu anda Türkiye, ülkelerinden kaçan 450.000 Suriyeliyi barındırıyor. Hükümetin bunları geçici olarak yerleştirmek için harcadığı meblağ ise bir ile bir buçuk milyar dolar arasında tahmin ediliyor.
***
Türk yetkililer komşu ülkedeki iç savaştan veya zulümden kurtulmak için Türkiye’ye akın eden insanlara el uzatmayı bir insanlık görevi