Hafta geçmiyor ki, Irak’ta bir veya birden fazla kanlı saldırı olmasın. Önceki gün Bağdat’taki bir Şii mahallesinde patlatılan bombalar, 66 kişinin ölmesine, 150 kişinin yaralanmasına neden oldu.
Bu tür olaylar artık o kadar “sıradan” sayılıyor ki, basında ya kısa bir haber olarak yer alıyor ya da sözü bile edilmiyor.
Oysa Irak’ta olanlar -dikkatleri adeta tekeline alan Suriye’deki kadar olmasa dahi- büyük bir insanlık trajedisi...
Rakamlar da küçümsenecek gibi değil. Geçen ay şiddet eylemlerinden can verenlerin sayısı 712, yaralananların sayısı da 1633 idi. Bu ayın bilançosu -şimdilik- 500 ölünün üstünde...
Irak halkının çektiği çile yeni değil. Saddam Hüseyin dönemindeki zulüm bir yana, Irak-İran savaşı, birinci ABD askeri müdahalesi ve ardından Amerikan işgali, bu arada etnik ve mezhepsel çatışmalar, gerçekten Irak tarihinin en karanlık sayfalarını oluşturuyor.
Misilleme zinciri
İlk bakışta Irak toplumunun çeşitli kesimleri arasındaki etnik ve dinsel farklar, bu çatışmaların başlıca nedeni olarak görülüyor.
Hizbullah, son yıllarda İsrail’e karşı elde ettiği askeri başarı ve Lübnan’da eriştiği siyasi gücü ile tanınıyor.
Nitekim Hizbullah 2006’da İsrail ordusunun Güney Lübnan’dan çekilmesini sağladığı gibi, 2008’de ülkedeki Şii gücünü pekiştirerek yönetimde yer almayı başardı. Bu arada İslami örgüt bir parti olarak da etkinliğini arttırdı ve kendi dış politika çizgisinde -ikisi de Şii olan- Esad yönetimi ve İran ile sıkı bağlar kurdu.
İki yıl önce Suriye krizi patlak verdiğinde, Lübnan hükümeti prensipte buna tarafsız kalmaya karar vermişti. Ancak komşu ülkede iç savaş yayıldıkça, Lübnan’daki Sünni ve Şii unsurlar, kendi yandaşlarına destek olmanın yollarını aradılar.
Hizbullah’ın bir süredir Esad güçlerine destek vermek için Suriye’de bir askeri varlık gösterdiği biliniyordu. Nihayet önceki gün Hizbullah lideri Hasan Nasrullah kendi adamlarının Esad’ın safında “radikal gruplar”a karşı çarpıştıklarını resmen açıkladı.
Bu konuşmasıyla Nasrullah Hizbullah’ın artık Suriye’deki iç savaşın bir parçası haline geldiğini ve Suriye’deki isyancılara karşı mücadelesini sürdüreceğini açıkça ilan etmiş oldu.
Nedenler belli
İngiltere, Londra’nın Woolwich bölgesinde genç bir İngiliz askerinin iki Nijerya asıllı saldırgan tarafından bıçak ve satırla, hunharca öldürülmesinin şokunu yaşıyor.
Bu sıradan bir cinayet değil tabii. Terörizmin yeni versiyonu...
İngiliz vatandaşı olan iki Afrikalının durup dururken bir İngiliz askerini öldürmesinin nedeni tamamen siyasi.
Bunu din değiştirip Müslüman olan Michael Adebolajo, eyleminin sonunda bizzat açıkladı: “İngiliz askerleri her gün Müslümanları öldürüyorlar... Bizi rahat bırakıncaya kadar mücadelemizi sürdüreceğiz. Göze göz, dişe diş”...
İngiltere son yıllarda birçok terör eylemlerine sahne oldu. Bombalı saldırılarda pek çok sivil öldü ve yaralandı. Genelde bu saldırıların arkasında El Kaide ve onun uzantısı örgütlerin bulunduğu belirlendi.
Sivil halka yönelik bu tür büyük çaptaki terör eylemlerinin amacı, İngiltere’nin ABD ile birlikte Afganistan’da giriştiği savaşa misillemede bulunmak, İngiliz hükümetini politikasını değiştirmesi için baskı altında tutmaktır.
Bu kez hedef siviller değil, bir İngiliz askeri idi. Eylem de büyük değil, küçük çapta idi: İki saldırgan gün ortasında saldırdı ve işi bitirdi. Hem de çok basit bir yöntemle, sadece
Kamuoyu mu hükümet politikalarını etkiler, yoksa hükümetin tutumu mu halkı yönlendirir?
“Tavuk mu yumurtadan, yumurta mı tavuktan çıkar?” cinsinden bu soru, aslında çok tartışılan bir konu.
Aslında kamuoyu-hükümet denkleminde de, karşılıklı bir ilinti var.
Ancak bu, kendi kültürlerine ve rejimlerine göre ülkeden ülkeye değişiyor.
Demokrasilerde elbet kamuoyunun hissedilen bir ağırlığı var. Hükümetler politikalarını belirlerken, bu faktörü dikkate almak zorundalar. Ama, tersine hükümetlerin kamuoyunu yönlendirdiği haller çoktur.
Diktatörlüklerde veya demokrasinin tam yerleşmediği ülkelerde ise, halkın rejim üzerindeki etkisi çok sınırlıdır. Zaten bu ülkelerde kamuoyunun eğilimlerinin ne olduğunu anlamak mümkün değil. Böyle hallerde iktidardakiler hükmeder ve kamuoyunu kendi ideolojileri veya düşünceleri doğrultusunda yönlendirir...
***
Dün Suriye’den İsrail’e ateş açılması ve bir askeri aracın tahrip edilmesi üzerine, İsrail hemen top ateşi ile bir Suriye mühimmat deposunu hedef aldı.
Suriye-İsrail sınırındaki bölgede bu tür “ufak çaptaki” ateş teatisi bir süredir oluyor. Suriye’den İsrail’e gerçekten kasıtlı olarak mı ateş edildiği, yoksa o birkaç merminin Suriye’deki iç çatışmalar sırasında tesadüfen mi düştüğü pek net değil.
Ancak İsrail’in politikası, nedenleri ne olursa olsun, bu tür olaylarda derhal misillemede bulunmaktır.
Aslında İsrail’i giderek Suriye krizinin içine çekebilecek daha ciddi gelişmeler var. Geçenlerde İsrail Şam bölgesinde bir askeri araştırma merkezini füzelerle vurmuştu. Bu arada Suriye’nin Lübnan’daki Hizbullah’a yeni tip füzeler taşıyan bir konvoyu da bombaladığı bildirilmişti. Bu olay üzerine Suriye bunu kendisine karşı ilan edilmiş bir savaş saydığı ve zamanı gelince karşılığının verileceğini açıklamıştı.
Dolayısıyla İsrail ve Suriye arasında tırmanmakta olan gerginliğin nereye götüreceği belli değil.
***
Suriye’de ayaklanma başladığı zaman, İsrail hükümeti buna bulaşmamak ve her zamanki gibi kendi güvenliğini ön planda tutarak olayları izlemek kararını almıştı.
Suriye krizinde gelinen noktada, Rusya kilit ülke durumunda. Şu anda bütün diplomatik çabalar, müzakere yolu ile bu soruna bir çözüm bulmak yönünde. ABD Dışişleri Bakanı John Kerry’nin Rus mevkidaşı Sergey Lavrov ile vardığı mutabakatın ışığında, ilk adım olarak 2. Cenevre konferansının gerçekleştirilmesine çalışılıyor.
Bu konferansın yapılması için mevcut pürüzler giderildiği takdirde, Suriye’de siyasi geçiş sürecinin nasıl hayata geçirileceği tartışılacak. Bu noktada, çözümün “Esad’lı mı, Esad’sız mı” olacağı sorusunda düğümlenecek.
Batı ve Arap dünyası, süreç başlamadan -veya sürecin başında- Esad’ın gitmesini istiyor... Esad ise (Arjantin medyasına verdiği son demecine de bakılırsa)”gitmem” diyor... Rusya’nın şu andaki tutumu çok net değil. Moskova en azından geçiş sürecinin ilk aşamasında Esad’ın yerinde kalmasını yeğliyor.
Türkiye dahil, uluslararası camianın geniş bir kesimi Rusya’nın bu noktada artık Şam diktatörü üzerinde baskı yaparak çekilmesini sağlamasını istiyor. Sanıyoruz Başbakan Erdoğan, önümüzdeki günlerde Moskova’ya gittiğinde (Başkan Obama ile yaptığı görüşmenin de ışığında) bu mesajı verecek.
Peki, Rusya Esad’ı gözden çıkarabilir mi? Veya daha
Washington’da Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve Türk heyetinin ağırlandığı öğle yemeğinde, ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden yaptığı konuşmanın bir yerinde, Türkiye’nin Suriye ile ortak sınırı dolayısıyla çektiği sıkıntılara değindi ve “herhalde Türkler böyle bir coğrafyada olmaktan memnun olmasalar gerek” şeklinde konuştu.
Gerçekten Türkiye, dikta rejimi altında iç savaşa sürüklenen Suriye’nin komşusu olmanın sıkıntılarını yaşıyor su sırada...
Suriye ile 910 kilometrelik sınır, huzursuzluk ve istikrarsızlık kaynağı oldu. Sınıra yakın bölgede 51 kişinin hayatına mal olan bombalı saldırı, son zamanlarda sıkça görülen Şam kaynaklı terör eylemlerinin son örneği. Bu tür olaylar, Hatay gibi hassas illerde, sürtüşmelere ve gerginliklere de yol açıyor.
Bir de tabii sığınmacılar sorunu var. Türkiye Esad rejiminden kaçan 400 bin Suriyeliye kapılarını açtı, onları barındırmak için şimdiye kadar bir buçuk milyar dolar harcadı. Ankara haklı olarak bu ağır yükün, insanlık adına, başka ülkelerce de paylaşılmasını istiyor. Ancak şimdiye kadar ABD başta olmak üzere, birkaç ülkenin yaptığı yardımlar, devede kulak!
Dolayısıyla Türkiye, Suriye krizinde, kendi başına bırakılmış hissediyor. Bu
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Başkan Barack Obama ile görüşmesi öncesinde, ABD’nin ve uluslararası camianın Suriye krizi ile ilgili “hava”sını yansıtan iki gelişme oldu.
Hemen ekleyelim: Esad rejimi konusundaki duygular ne olursa olsun, genel hava, bu meselenin diplomasi ile, müzakere yolu ile halledilmesi gerektiğidir. Diğer bir deyişle, tercih “siyasi çözüm”dür.
Sözünü ettiğimiz gelişmelerden biri, önceki akşam BM Genel Kurulu’nun, Katar ve diğer bazı Arap ülkelerinin hazırladığı ve Türkiye’nin de desteklediği Suriye ile ilgili karar tasarısını 12’ye karşı 107 oyla kabul etmesidir.
Karar, Esad yönetimini sivil halka karşı askeri güç kullandığı ve insan haklarını çiğnediği için kınıyor yani açıkça Şam diktatörüne karşı bir tavır sergiliyor; ama bu durumun sona ermesi için, “siyasi bir geçiş” sürecinin başlatılması çağrısında bulunuyor, yani siyasi bir çözüm fikrini savunuyor.
Rusya, Esad’ı hedef alan eleştiri ve kınama dolayısıyla bu karara karşı çıktı. Ama sonuçta bu kararın şimdiki siyasi çözüm arayışını engellememesi gerektiğini de belirtti...
2. Cenevre’ye doğru...