Geçen cuma günkü yazımızda, Türk-Rus ilişkilerinde son zamanlarda yaşanan anlaşmazlıklara rağmen, iki ülkenin iş birliğini sürdürebildiğini, bunun benzer olaylar için de ibret verici bir örnek oluşturduğunu belirtmiştik.
O yazının bir devamı olarak, bu örneğin Türkiye’nin Batı dünyasıyla ilişkileri açısından ne kadar geçerli olduğunu inceleyelim.
Bu bağlamda şu iki soruyu yanıtlamak gerek: Birincisi, Türkiye ile Batı arasındaki anlaşmazlıkların temel nedenleri nedir ve bunlar Rusya ile uyuşmazlıklardan ne kadar farklıdır? İkincisi de, Türkiye ile Batı ülkeleri arasındaki anlaşmazlıkların, Türk-Rus örneğinde olduğu gibi, diyalog ve iş birliği sürdürülerek ele alınması mümkün mü?
***
Türkiye’nin Batı ile anlaşmazlıklarının listesi, Rusya’nınkinden daha uzun olduğu gibi, nitelikleri bakımından da daha ciddi ve karmaşık.
- Batı derken, çok geniş bir coğrafyayı ve pek çok devleti kastetmiş oluyoruz. Dolayısıyla anlaşmazlıklarda da Türkiye’nin karşısında (Rusya ile olduğu gibi tek bir blok değil, çok
Türk-Rus ilişkilerinin son dönemde izlediği seyir, arada çıkan bazı anlaşmazlıklara rağmen, dostluk ve iş birliğinin sürdürülmesi yönünde olmuştur.
Bu, uluslararası ilişkiler alanında, ibret verici bir örnek de oluşturuyor.
Tarih boyunca Osmanlı İmparatorluğu ile Çarlık Rusya’sı arasındaki fırtınalı dönemleri ve soğuk savaş sırasında yaşanan gerginlikleri bir yana bırakırsak, bu ilişkilerin özellikle son yıllarda yakınlaşma yoluna girdiği malum.
Beş yıl önceki uçak düşürme olayının, neredeyse bir çatışmanın eşiğine gelen iki ülkeyi, yeni bir beraberlik dönemi açmaya sevk etmesi, çok anlamlı bir gelişmedir.
Bu iş birliğinin siyasetten ekonomiye, enerjiden savunmaya, ticaretten turizme kadar çeşitli alanlara yayılması ve bu konudaki hükümet politikalarının kamuoyunun da desteğini görmesi, bu gelişmenin önemini ayrıca gözlerin önüne seriyor.
Ankara ile Moskova arasındaki ilişkilerde son birkaç yılda yaşanan bu hızlı değişiklikle beraber, bazı uluslararası meselelerde görüş ayrılıkları da kendilerini belli
Azerbaycan-Ermenistan sınırında geçen hafta meydana gelen kanlı çatışmalar, “donmuş” sayılan 30 yıllık bir bölgesel sorunu yeniden dünya gündemine getirdi.
Türkiye açısından bu olay, Türk diplomasisinin oldukça kabarık olan dış meseleler listesine şimdi bir de Kafkasya cephesinin eklenmekte olduğu anlamını taşıyor...
Bakü ile Erivan arasında hiç beklenmedik bir zamanda böyle bir çatışmanın çıkması kadar bu olayın esas ihtilaf konusu olan Dağlık Karabağ etrafında değil, sınırın başka bir yerinde, stratejik Tovuz bölgesinde cereyan etmiş olması oldukça manidar. İlk saldırıyı kimin başlattığı karşılıklı suçlama ve tartışma konusu. Ama şu sırada asıl merakla sorulan soru, bu çatışmanın bölgesel, hatta küresel bir krize dönüşüp dönüşmeyeceğidir.
Çatışma durumunun kontrol altına alınmaması halinde, bunun son zamanlarda dünyanın başka noktalarında görüldüğü gibi, yabancı güçleri de işin içine çeken uluslararası boyutlar alması korkusu var. Çünkü Kafkasya aynı
Siyaset kulislerinden televizyonlardaki açık oturumlara ve kahvehaneler- deki sohbetlere kadar, Türkiye’de dış politikayla ilgili meseleler konuşulurken, sıkça duyulan sözlerden biri de “Bizi sevmezler” lafıdır.
Şöyle bir algı yerleşmiş Türk kamuoyunda: Ankara’nın politikalarına karşı çıkan ülkeler, bizi sevmedikleri ve de anlamak istemedikleri için, böyle hareket ediyorlar.
Türkiye’nin davranışlarına dış dünyadan gelen tepkiler, genelde en kestirme yoldan, bu “Bizi zaten sevmezler” argümanıyla izah ediliyor.
Son günlerde, Doğu Akdeniz’deki gelişmelerden Ayasofya’nın ibadete açılması kararına kadar birçok meselede “Bizi sevmezler” algısının açıkça dile getirildiğini gördük.
Peki, kimdir bizi bu sevmeyenler? Bu doğru ise, neden sevmiyorlar? Buna göre nasıl hareket etmeli?..
***
Açıkçası, “sevmeyenler” listesi bir hayli uzun.
Bunların başında ABD geliyor. Avrupalılar da bizi sevmiyor: Özellikle Fransızlar, Almanlar ve tabii ki Yunanlılar... Ruslar da pek sevmiyorlar. Araplar d
Ayasofya’nın ibadete açılacağı haberinin açıklandığı geçen cuma gününden beri, bu tarihi karar politikacılardan hukukçulara, tarihçilerden yazarlara ve sıradan vatandaşa kadar, Türk toplumumun çeşitli kesimlerinde hararetle tartışılıyor.
Konunun özellikle hukuki ve siyasal yönleri üzerindeki bu tartışmalar devam ededursun, biz burada, her zamanki gibi, olayın Türk dış politikası açısından önemini ve olası etkilerini incelemeye çalışacağız.
Karara uluslararası camianın geniş bir kesiminden olumsuz ve sert tepkilerin gelmesi bir sürpriz değil. Ankara’nın haftalar önce bu yönde ilk adımını atmasından hemen sonra çeşitli ülkelerden ve kurumlardan uyarıcı sesler yükselmeye başladı. Kararın ilanından beri de bu sesler daha yüksek tonda, bir koro halinde yankılanmaya devam ediyor.
Bu eleştirilerin ve kınamaların Batı’dan geldiği söylemi, aslında gerçeğin sadece bir kısmını yansıtıyor. Tepkiler Avrupa ülkelerinden, ABD’den olduğu gibi, Rusya’dan da geliyor. Bu sesler Kiliseler’den olduğu kadar, devlet
Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, hafta başında Ankara’ya gelen AB Dışişleri yetkilisi Josep Borrell ile yaptığı ortak basın toplantısında şu önemli mesajı verdi: AB, Doğu Akdeniz’deki anlaşmazlıklar karşısında, sorunun değil, çözümün bir parçası olmalı, dürüst bir arabulucu rolünü oynamalı. Türkiye KKTC’nin haklarının dikkate alınması halinde, ada açıklarındaki hidro-karbon kaynaklarının paylaşımının müzakere edilmesinden yanadır. AB’den beklenen de buna yardımcı olmasıdır.
Bu, Ankara’nın bu konuda yaptığı ilk çağrı değil. Cumhurbaşkanı Erdoğan başta olmak üzere birçok Türk yetkili, daha önce de benzer bir öneride bulunmuştu.
Güney Kıbrıs, Atina’nın da desteğiyle, bölgedeki doğal gaz ve petrol arama faaliyetini başından itibaren tek taraflı olarak yürütmüş, Türk tarafını görmezden gelmiştir. Bu da, Türkiye’yi KKTC’nin haklarını ve çıkarlarını korumak adına, devreye girmeye ve bölgede benzer sondaj çalışmaları yapmaya itmiştir. Sonuçta, Doğu
Dış politikada güdülen başlıca amacın, dost sayısını artırmak, düşmanlıkları azaltmak olduğu hep söylenir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin “Yurtta sulh, cihanda sulh” sloganıyla benimsenmiş olduğu bu prensip, şimdiki iktidarın programında ve üst düzey yetkililerin beyanlarında da yer almaktadır.
Kuşkusuz bu amacı gerçekleştirmek bu prensibi şifahen savunmak kadar kolay olmuyor. Uluslararası ilişkilerde, çıkar ve görüş ayrılıklarından dolayı ciddi anlaşmazlıkların ve gerginliklerin ortaya çıktığı haller çoktur.
Diplomasinin hedefi, bu gibi olaylarda, ihtilafın kavgaya, yani çatışmaya dönüşmesini önlemek, meseleyi oturup konuşarak ve uzlaşarak halletmektir.
Bunun gerçekleşmesi, tarafların karşılıklı anlayış göstermesine ve samimi davranmasına bağlıdır elbet. Ancak bunda, başta sözünü ettiğimiz temel prensibe bağlılığın da çok önemli rolü vardır.
***
Türkiye son zamanlarda aktif dış politikasıyla bölgesel, hatta küresel bir aktör durumuna gelmiştir.
Bunun sağladığı yeni fırsatların yanı sıra, yarattığı sorunlar da az değildir
Her altı ayda bir, AB Başkanlığı görevini üye ülkelerden birinin lideri devraldığında, Ankara’da bu değişikliğin Türkiye açısından ne ölçüde “hayırlı” olacağı sorulur.
Bu hafta (1 Temmuz’da) Almanya Şansölyesi Angela Merkel’in AB Başkanlığı koltuğuna oturmasıyla, aynı soru gündeme geldi, yeni dönemde “donmuş” durumda olan Türkiye-AB ilişkilerinin yeniden canlandırılıp canlandırılmayacağı merakla soruldu.
Türk yetkililerinin buna verdiği yanıt “ihtiyatlı bir iyimserlik” olarak nitelendirilebilir. Bir bakıma Şansölye Merkel’in bu görevi devralmasının Türkiye’de bir fırsat olarak değerlendirildiği ve bazı beklentiler yarattığı da söylenebilir.
Bunun sebepleri var tabii. Almanya, AB’nin en güçlü ve nüfuzlu üyesi. Sözünü geçirebilecek durumda. Üstelik bazı seleflerine kıyasla, Türkiye’yi iyi bilen ve anlayan bir ülke. Şansölye Merkel’in, Cumhurbaşkanı Erdoğan ile yakın bir dostluğu ve yapıcı bir diyaloğu var. Bu faktörlerin Türkiye-AB