Dokuz Eylül Üniversitesi, Deniz Bilimleri ve Teknolojisi Enstitüsü Öğretim Görevlisi Prof. Dr. Doğan Yaşar’la İzmir Körfezi’yle ilgili sorunları konuştum.
İzmir; dünyanın ve Türkiye’nin önemli tarım, tarih, jeotermali dolayısıyla da sağlık turizmi başkentlerindendir. Körfez’in biyolojik potansiyeli müthiştir. Özellikle İç Körfez, hem olta balıkçılığı hem sörf ve hem de yüzme için ciddi potansiyele sahiptir. Dalyanı vardır, tuzlası vardır. Kültür balıkçılığı için önemli alanlara sahiptir. 146’sı endemik olmak üzere 1732 bitki türü ile İzmir ve çevresindeki bölgelerde 225 balık türü olması, zaten ne kadar zengin bir doğaya sahip olduğunun da göstergesidir. İzmir’den başka, dünyanın hiçbir şehri bu özelliklerin tümünü taşımaz ve işte bu nedenle İzmir, dünyanın ticari potansiyele sahip en önemli merkezidir.
Bizler daha 1970’li yıllara kadar Bayraklı önlerinde ve 1980’li yıllara kadar da İnciraltı’nda denize girerdik. Ve daha 1980’li yıllara kadar Konak İskelesi bile o kadar berraktı ki, vapur iskelesindeki kahvede oturan müşterilerin denize attığı madeni paralar, gençler tarafından hemen dalınarak çıkarılırdı. Yani temiz bir denizimiz vardı. Ancak nüfusun hızla artmasının yanı sıra
Meraklı çocukların gözü önünde, buza yatırılmış silindir dondurma kabını kol gücüyle döndüren mahalle dondurmacıları lezzet ustalarıydı. Vişne, karadut, demirhindi şerbetiyle iz bırakan Şerbetçi Hasan efsanedir. Afro Türk Yoğurtçu Saim Amca, Şambalici Hüseyin, mangalını yanında taşıyan Kokoreççi Çakır, Söğüşçü İbrahim, Börekçi Kamuran, Limoncu Mehmet, Gevrekçi Çıtır, Boyozcu Avram, Sübyeci Mustafa, Midyeci Salih, Ciğerci Kamil, Bozacı Arif... Mide ağrıları için hazırladığı kekik suyundan içenlere mâni eşliğinde nane şekeri ikram eden kekikçi, pamuk helvacı, macuncu ve diğerleri, gösterişsiz tezgâhlarında kendi ürünlerini satarlardı. Aradan uzun yıllar geçti, İkiçeşmelik civarında eski İzmir evinin bahçesinde, turunç ağacının altında, camında ‘Meşhur pilavcı’ yazan üç tekerlekli bir araba görmüştüm. Tanıyanlar, “Pilavcının müdavimleri, bir zamanlar bu arabanın önünde kuyruğa girerlerdi” dedi.
Yiyecek, içecek satıcıları dışında, sokak aralarında hurdacı, lağımcı, muslukçu, kalaycı, hallaç, bıçak bileyicisi, lehimci ve eskicileri sıklıkla görürdük. Ahşap vitrinli seyyar arabalarıyla kentin hareketli noktalarında dolaşan, tezgâhlarında, kontrol kalemi, tıraş sabunu, fırça, jilet,
Basmane’den metroya binip bir durak sonra Hilal istasyonunda indim. Buradan Ege Mahallesi’ne (Tenekeli) yürüyüp mahallenin özgün yapısı olan Agios Ioannis sten Alygaria Kilisesi’nin son halini gördüm. Kilisenin; mermer kapı, pencere ve sövelerini taşıyan duvarları bunca ihmale rağmen ayaktaydı. Mimarisi ve tarihlendirilmesi üzerine yeterli araştırma yapılmayan kilisenin çatı saçaklarında bulunan dini sembolleri seçmekte zorlanmadım. Çevresinde kiliseyle ilgili olabileceğini düşündüğüm, onarılmayı bekleyen yapılar, bir dönem yazlık sinema olarak kullanılan avlusundaki fazlalıklar gözümden kaçmadı. Tekrar geri dönüp dünyaca ünlü demiryolu kavşağına (Tekatu) merhaba dedim. Oradan pastan rengi kaçmış demir köprüden Hilal Mahallesi’nin, yılların ihmaline uğramış sakin sokaklarında yürüdüm. 1229/1 Sokak’ta karşıma mahallenin bilinen mimarisiyle farklı olan, pencereleri kemerli tuğlalı yapı çıktı. Bu bina, Halkapınar Su Fabrikası’nı kuran Belçikalılar veya demiryolu çalışmaları sırasında İngilizlerin inşa ettiği hizmet binası olabilir miydi?
Mahallenin zenginliğine zenginlik katan Kervan Köprüsü, Kemer Polis Karakolu, eski Türkçe kesişme anlamına gelen, dünyada sadece birkaç yerde
Geçen hafta gelen postadan, 1878 İzmir doğumlu M. Kamil Dursun’un hatıralarının yayımlandığı Anadolu Gazeteleri, Doç. Dr. Ünal Şenel’in 1994’te bu hatıralardan derlediği kitabı çıktı. M. Kamil Dursun (Postacıoğlu), İzmir Vilayeti Mektupçuluğu, Belediye Meclisi üyeliği, öğretmenlik ve Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren altı dönem İzmir Milletvekili olarak görev yapmış bir aydın. Gazeteleri ve kitabı okuyunca, önceki yıllarda bugün hayatta olmayan eski İzmirlilerden duyduğum kıyafet yasağını anımsadım. Devrin valisi (1894) Hasan Fehmi Paşa’nın emri doğrultusunda, kasaba ve köylerden İzmir’e gelen kısa donlu, şalvarlı köylüler kente sokulmaz, pantolon giymeleri istenirmiş. Vali Hasan Fehmi Paşa; hukuk eğitimi görmüş, halkı mekteplere yönlendiren devlet dairelerinde çalışanların giyimine kuşamına dikkat etmesine önem veren, kente kalıcı hizmetler yapmış bir vali olarak tanınıyor.
İzmir’e girmek yasak!
Şalvar yasağını M. Kamil Dursun’un hatıralarından okuyalım:
“Kısa dizlik ve donlu şalvarlı köylülerin İzmir’e gelmesi yasaklanmıştır. Vali Paşa bu emriyle köylüleri pantolon, hiç olmazsa o vakitler ‘elifi’ denilen ve pantolona benzeyen bir elbise giymeye mecbur etmek istiyordu.
Ay
Kültür varlıklarımızın yoğun olduğu tarih zengini İzmir’e ve ilçelerine yerel yönetici olmak isteyen aday adaylarıyla sohbet etme imkânım oldu. Bilgiçlik taslayıp kendilerine kentin tarihi geçmişini, Cumhuriyet öncesi ve sonrası imar hareketlerini, Kültürpark’ın kaç kapılı olduğunu, Pakistan Pavyonu, Saat Kulesi, Devlet Tiyatrosu ve Milli Kütüphane’nin mimarlarını, kente mal olmuş heykellerin öyküsünü sormadım. İçlerinde müzeleri Agora’yı gezip, duvarlarında Ressam Naci Kalmuk’un resimleri olan Elhamra Sahnesi’nde opera izleyenler, Homeros, Büyük İskender, St. Polycarpe, Behçet Uz, Ekrem Akurgal ve Ahmet Adnan Saygun gibi, kentle bütünleşmiş önemli kişilikleri, sporcu, sanatçı, bilim-kültür insanlarını tanıyanlar beni umutlandırdı.
Güzel günler görelim
Temaşalık, Dibekbaşı, Bedavabahçe, Dondurmacı, Mekke, Osmanzade Yokuşu, Keçeciler, Yavan Çeşme, Musalla, Kireçlikaya, Kervan Köprüsü, Tepecik Höyüğü, Alman Kulesi, Uyuz Hamamı, Servili Tepe nerede diye sormayıp; camilerini, mescitlerini, kiliselerini, havralarını, sebillerini, çeşmelerini, türbelerini merak edenlerin adlarını hafızama not ettim. “Kültürel mirasın korumasında başarılı olmak için proje dışında iyi bir ekiple,
İzmir, tarihinde birçok yıkıcı depremle karşılaştı, MS 178 depreminde kent surları, Agora, Antik Tiyatro, Hipodrom, Asklepion, tapınaklar ve anıtlar yıkıldı. Depremin verdiği hasara ilave olarak salgın hastalıklar ve yangınlar bu kez depremden sağ kurtulanların ölümüne neden oldu. İzmir Büyükşehir Belediyesi Kent Kitaplığı’ndan çıkan, Rauf Beyru’nun ‘19. Yüzyılda İzmir’de Doğal Afetler’ ve Melih Tınal’ın ‘İzmir Depremleri’ kitaplarını okumanızı öneririm. 178 depreminin yıkıcılığı için Romalılar, ”Güzel büyük Agora, her meydanı bir Agora’ya benzeyen altın ve kutsal törenlere ithaf edilmiş sokaklar. Kenti kucaklamak için uzanan limanlar, inanılmaz güzellikteki Gymnasiumlar, tapınakların ve Temonosların (kutsal alanlar) zarafeti. Toprağın altında nereye kayboldunuz? Deniz kenarındaki anıtlar, hangi gözyaşı kaynağı böyle bir kötülüğe yeter? Batı rüzgârları artık yıkıntıların içinden esip geçiyor” diyerek depremin yıkıcılığını ve kente verdiği zararı dile getirmiş.
Birçok deprem oldu
Uzak tarihli depremleri bırakıp son yüz yılda İzmir’de meydana gelen depremleri anımsayalım. 19 Ocak 1909 Foça depreminde 700 ev yıkıldı, ölümler oldu. 31 Mart 1928 Torbalı Tepeköy depreminde saat kulesinin
İzmir Belediye Başkanı Dr. Behçet Uz, göreve başladığı ilk günlerde kentin birikmiş sorunlarıyla karşılaşır. Bu zor günlerde İzmirlilerin Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün aziz hatırasını yaşatmak için İtalyan heykeltıraş Pietro Canonıca’ya sipariş ettiği Atatürk heykelinin ödemeleri aksar. Başkan Behçet Uz, masasında, sipariş edilen heykelin parasını alamadığını yazan ünlü İtalyan heykeltıraşın şikâyet mektuplarını görür.
“Bu benim çok izzeti nefsime dokundu, Conanica’nın alacağı parayı da on-on beş gün içerisinde temin edip ödedim. Hızla karar alıp uygulayarak bu heykel meselesi ile işlere başladım. Bu o zaman birçok kimsenin takdirini kazandı ve ilk iş olarak 1932’de Atatürk’ün heykelini Cumhuriyet Meydanı’na diktik. Heykel ile beraber etrafını da tanzim ettik, tanzim kapsamında icap eden yolları açtık, çevrenin ağaçlarını diktirdik. Bu girişme ile beraber, bir sene içerisinde büyük bir imar hamlesi de başlamış oldu. Ama daha da ehemmiyetlisi, herkeste bir birlik ruhu peyda oldu.” (1)
İtalyan heykeltıraş’ın yaptığı heykeli dikkatli incelerseniz, kentin moral kaynağı ve sembolü olan heykelin rölyeflerinde Kurtuluş Savaşı’nın özetini görürsünüz.
Deneyimli gazeteci arkadaşım
Alsancak’ta TCDD 3. Bölge Müdürlüğü binasını ziyaret ederseniz yorucu olmayan, gıcırdayan ahşap merdivenlerinden inip çıkarken farklı bir mekâna geldiğinizi hissedersiniz. Giyotin pencerelerin ve kapıların mekanik sistemleri halen çalışır durumda. Şömine ve emaye sobaları kullanılmasa da binanın süsü olarak hemen fark ediliyor. 19. yüzyıl mimarisini yansıtan kapı-pencere detayları, ahşap mobilyaları, tavan süslemeleri, birbirine açılan odaları görülmeye değer...
Geniş bir arazi üzerinde İngilizler tarafından inşa edilen Alsancak Garı; dışarıdan görüldüğü gibi, yolcu salonu, hastane binası, peron ve saat kulesinden ibaret değil. Buharlı lokomotiflerin tamir edildiği garın inşa tarihiyle aynı yaşta olan, tuğla ve kemer işçiliğini yaşatan lokomotif tamir atölyesi, kurulduğu yıldan günümüze kullanılıyor. Ayrıca, 90 tonluk su kapasiteli, kemerli tonozlu kulesi ve kuyuları, lojmanları, saat kulesiyle özgünlüğünü koruyor.
Öğrenciler incelemeli
Yakın zamana kadar yüzlerce insanın çalıştığı demir-yolları matbaa-sında hurafat kasası ve çekmecelerini görebildim. Mustafa Kemal Atatürk’ün ezbere bildiğimiz veciz sözlerinin yazılı olduğu çekmecelerin bir kısmı Demiryolları Müzesi’nde sergilenecek.