Trump’ın ülkesinin büyükelçi-liğini, Filistinliler için matem, İsrail için zafer anlamına gelen bir günde Kudüs’e taşıması büyük olaylara ve tartışmalara neden oldu. Özellikle İsrail askerlerinin Filistinli göstericilerden altmışını katletmesi ve binlercesini yaralaması bu tarihsel trajediyi bir daha hatırlamamıza vesile oldu.
Büyük sayıda kayıplara rağmen, İsrail yönetiminin rahatlığı, dünya kamuoyunun büyük bölümünün sessizliği, öfke, hayret ve bir dizi soruyu da beraberinde getiriyor. Örneğin, İsrail ordusuna mensup keskin nişancıların, hiçbir vicdani ve ahlaki kaygı duymaksızın, seçilmiş hedefleri vurmaları, gösterileri bastırmakla görevli komutanın şahsi kararı mı yoksa İsrail’in değişen “ayaklanmayı bastırma” stratejisinin bir sonucu mu? Cevabı aranan diğer soru da şu: İsrail bu “stratejisinden” vazgeçebilir mi?
İsrail ordusunun ağır kayıplara neden olan tutumunun gösterilere müdahale eden askeri yetkililerin kişisel kararları olmadığını söyleyebiliriz. Nitekim Bar İlan Üniversitesi’nden Prof. Dr. Efraim İnbar, İsrail’in bu stratejisini “silahlı devlet dışı aktörleri tırpanlamak/biçmek ( ‘Mowving the Grass’ of Armed Non-State Organisations)” olarak tanımlıyor.
Hastalık
Arap Baharı Ortadoğu’da öncelikler kadar gündemi de değiştirdi. Geleneksel anlaşmazlıkların ve yöntemlerin yanına yenileri eklendi. Suriye, Irak, Yemen ve Libya’da devletler çöktü. DAEŞ, PKK/PYD, terörizm, mülteci sorunu, sınır güvenliği ve vekâlet savaşları öncelikli konular haline geldi.
Bu hengâme de gözden ırak kalmayı, gündemden düşmeyi başaran İsrail ise pür dikkat yeni gelişmeleri izlerken, eskileri de asla göz ardı etmedi. Elbette Filistin-İsrail sorunundan söz ediyoruz. Öyle ki İsrail, dikkatini dağıtacak hiçbir şeye izin vermedi/vermiyor. Ekonomik, siyasi, psikolojik, askeri, teknik kapasitesini seferber ederek “demirbaş” sorununa çok hızlı müdahale ediyor.
Sadece önleyici değil, aynı zamanda cezalandırıcı operasyonlara da girişiyor. Örneğin, Suriye’de fiziki hedeflere yönelik hava operasyonları yaparken, Gazze’de “militanları” İHA veya füzelerle vuruyor. Evde oturup beklemek yerine “düşmanı/terörizmi” caydırmayı, moral motivasyonunu bozmayı, halkına güven vermeyi hedefliyor. Bu tarz müdahalelerin ortak yönünün “düşman” addedilen topraklarda, askeri güç kullanılarak gerçekleştirilmesi olduğunu söyleyebiliriz.
Öte yandan, İsrail’in hukuki ve diplomatik zorlukların
Kuzey Kore’ye geri adım attırmayı başaran Trump diğer konularda olduğu gibi İran konusunda da şaşırtmadı. Ülkesinin İran ile yapılan nükleer anlaşmadan çekildiğini açıkladı. Şimdi tüm Ortadoğu olabilecekler konusunda kafa yormaya, nasıl bir pozisyon alacaklarını kestirmeye çalışıyor.
Trump’a göre, ABD, İran ile tarihinin en kötü antlaşmasını yapmıştı. Çünkü anlaşma eksik ve zayıftı. İran, uranyum zenginleştirme teknolojisini muhafaza ettiği gibi, balistik füze kapasitesini geliştirmeyi de sürdürdü. Trump’a göre, Tahran terörü ve bölgedeki vekâlet savaşlarını desteklemeye devam ediyor. Elindeki füze kapasitesiyle Yemen’de Suudi Arabistan’ı hedef aldırıp, Lübnan’da ve Suriye’de İsrail’i tehdit ediyor.
Trump, konuşmasında, İran’ın terörizme destek verdiğini ve vekâlet savaşında önemli rol oynadığını söylerken örgüt listesini de bir hayli uzun tutmuş görünüyor. Hizbullah’tan Hamas’a, Taliban’dan El Kaide’ye kadar bir dizi farklı karakterde örgüt listede yer almış. Trump’ın iddialarını dayandırdığı gerekçenin sahibi ise, İsrail istihbaratı. Her nedense yaşananlar bize Saddam’ın başına gelenleri hatırlatıyor. Irak’ın işgaline giden yoldaki taşlar da Netanyahu tarafından döşenmişti. Benzer
Türkiye zamanının çoğunu seçim tartışmalarına ayırmış durumda. Ancak küresel sistem ve çevremiz yine toz duman. Kime sorarsanız sorun, size dünyanın geçmişte tanık olmadığımız ölçüde belirsizliklerle dolu bir süreçten geçtiğini söyleyecektir. Çin’in yükselişi, ABD’nin sarsaklığı, Rusya’nın eski günlere özlemi, AB’nin zayıflığı, İran’ın nükleer sorunu, Suriye iç savaşı bunlardan bazıları.
Cevabı aranan soru ve sorunların arttığı bu dönemde, “Uluslararası İlişkiler Konseyi” Derneği alanın çalışanlarını geçen hafta sekizinci defa bir araya getirdi. Türkiye’nin farklı üniversitelerinde görevli ve Uluslararası İlişkiler alanında ders veren yüzden fazla hoca Antalya’da konuları ve kendi disiplinlerini masaya yatırdı. Üç gün boyunca onlarca farklı konuda sunumlar yapıldı.
Üniversiteler de sayısı hızla artan Uluslararası İlişkiler bölümleri şimdiye kadar binlerce mezun verdi. Değerli akademisyenler yetiştirdi. Bu süreçte bazı hocaların özel bir yerinin olduğu muhakkak. Tıpkı, bir süre önce Bilkent İhsan Doğramacı Üniversitesi’nden emekli olan, Prof. Dr. Ali L. Karaosmanoğlu gibi.
Hoca, bitmez tükenmez öğrenme, öğretme enerjisi ve alçak gönüllülüğüyle gençlere örnek olmayı sürdürüyor. Bu
Bölgede siyasi, askeri gelişmeler hız kesmeden devam ediyor. Bazı Arap ülkelerinin Suriye’de aktif rol alacağı konuşulurken Fransa daha hızlı davrandı. Önce Esad rejimini füzelerle vuran ABD armadasına dâhil oldu. Ardından da, sembolik de olsa, Özel Kuvvetleri’ni PKK/PYD bölgesine gönderdi.
Fransa’nın Suriye hamlesinin ardında birden fazla neden var. İlk olarak, kibirle desteklenmiş “tarihi rol”den söz edebiliriz. Suriye, Birinci Dünya Savaşı mirası eski bir Fransız sömürgesi. İlginçtir, işgal yılları kötü hatıralarla dolu olmasına rağmen Fransa’nın siyasi hafızasında Suriye “efendiliğe ve güce” işaret ediyor. Yine Fransa, bugün de kendisini dünyanın beşinci büyük gücü olarak görüyor. Bu imajı muhafaza etme arzusu onu kriz alanlarında bayrak göstermeye zorluyor.
Elbette Fransa’nın Suriye sevgisi/ilgisi sadece tarihi nedenlerle açıklanamaz. Fransa, Arap Baharı sonrası artan DAEŞ terör saldırısının en büyük hedefi oldu. Saldırılar Fransızları sarsmakla kalmadı, aynı zamanda ülkenin güvenlik açığını da gözler önüne serdi.
Artan kamuoyu baskısı ve eleştirilerden kurtulmak isteyen Fransız hükümetleri “terörizme karşı bir şeyler yaptığını göstermek” için harekete geçti. Avrupa Birliği
Ortadoğu’da kaos sürüyor. Her ne kadar gündemi Suriye, Irak, Yemen, Libya işgal ediyor gibi görünse de liste dışındaki diğer ülkelerde de işler pek yolunda gitmiyor. Birçok ülkenin iç siyasetinde belirsizlikler artıyor. Ekonomik sorunlar derinleşiyor. Güvenlik konuları sınırları aşarken, bölge dışı devletleri de içine alacak biçimde genişliyor. Tıpkı, gerilimin her geçen gün arttığı ABD-İran ilişkilerinde olduğu gibi.
Trump, kendisinden önceki başkan Obama’nın giderayak, “başarı” olarak ilan ettiği İran Nükleer Anlaşması’nın eksik olduğu iddiasını sürdürüyor. Eksikliklerin giderilmesi için verdiği süre 12 Mayıs’ta doluyor. Muhtemelen bu tarihten itibaren İran’a uygulanacak yeni yaptırımlar daha detaylı tartışılacak.
Trump, hamlesine destek bulmak için AB liderlerini ikna etmeye çalışıyor. Nitekim Fransız Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un ziyaretinde öncelikli konulardan biri İran’dı. Fransa, açıklamalarıyla, anlaşmanın çökmesini istemediğini belli etti. Ancak bunun Trump’ı kararından vazgeçirmeye yetmeyeceği açık.
Obama’nın Nükleer Anlaşma’yı ABD iç hukukunun etrafından dolanarak yürürlüğe sokması Trump’a koz vermiş görünüyor. Müzakere sonuçlarının BM Güvenlik Konseyi’nin onayından
Türkiye’de iç politik tartışmalar heyecan verici olsa da, küresel gelişmelerde bir o kadar ilgi çekici. Tıpkı ABD ile Çin arasında farklı cephelerde devam eden “savaşlar” gibi.
Aslında ABD-Çin karşılaşmasının kaçınılmaz olduğu önceden belliydi. Çin’in konumu ve ABD için ifade ettiği mana, tek başına 1980’lerin Japon ekonomisi ve Sovyetler Birliği askeri gücünün bileşimi gibi duruyor. Çin siyasi, ekonomik, mali, ticari, teknolojik ve askeri alanda tek başına geliyor ve bunu fazla “gürültü çıkarmadan” yapıyor.
Çin “sesiz” ilerleyişini İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD’nin kurduğu, ekonomik, mali, ticari, siyasi düzene borçlu. Bu düzenden istifade ederek ABD’nin tahtını sallıyor. Gelişmeler bugünkü haliyle devam ederse ABD’nin kâbusunun gerçeğe dönüşme ihtimali var.
Nitekim TEPAV’da direktör, Büyükelçi (E) Bozkurt Aran, ABD’nin korkularına ticari, mali pencereden bakınca bunun gerçekleşmekte olduğunu söylüyor. Trump’ın Çin’e uyguladığı ekonomik yaptırımların anlık bir tepki değil, daha büyük bir kaygıdan kaynaklandığını söylüyor.
Trump, ilk olarak milli güvenlikle ilişkilendirdiği Çin’den ithal edilen demir çeliğe ilave vergi koydu. Daha sonraki hamlesi ise, Çin’in her yıl 200-300
Erken seçim kararı gündemi ve öncelikleri değiştirdi. Siyasi partileri yoğun bir çalışma temposu bekliyor. Öte yandan, bu karar sadece siyasi partileri, vatandaşları, ekonomiyi, bürokrasiyi ilgilendirmiyor. Aynı zamanda terör örgütlerini, özellikle de PKK’yı ilgilendiriyor.
Seçim kararı politik/askeri strateji izleyen, fırsatları değerlendirme, riskleri azaltma arayışındaki PKK’yı aktif olmaya çabaladığı yaz başında yakaladı. Haliyle de örgüt acilen, kısa dönem taktiklerini gözden geçirmek zorunda.
PKK, 2014 sonundan itibaren yönetmekte zorlandığı yeni bir sürece girdi. Kobani hadisesiyle Suriye’de büyük avantajlar elde etti. Ne var ki Suriye’deki kazanımların örgüte maliyeti de bir o kadar sarsıcı oldu. ABD desteğiyle DAEŞ’e karşı yürüttüğü operasyonlarda binlerce mensubunu kaybetti.
Öte yandan, Türkiye’de işler öngörüldüğü gibi gitmedi. Başlattığı “şehir savaşları” fiyaskoyla sonuçlandı. PKK sadece çok sayıda militanının ölümüne neden olmadı, aynı zamanda bölge halkının “fiili” desteğini de kaybetti. Bütün bunlar yetmezmiş gibi, yanlış kararlar alarak Afrin’de de büyük kayıplar verdi. Güç, yetenek ve başarı üzerinden üretilen efsanelerin çökmesi, kayıpların fazlalığı PKK ve ona