Her seçim öncesinde olduğu gibi, yine “bedelli askerlik” gündeme geldi. Birçok mükellef, çeşitli nedenlerden dolayı bu görevi/hakkı hayatının önünde çözülmesi gereken bir “engel” olarak görüyor. Öte yandan, uygulamaların çokluğu/farklılığı da sistemi yozlaştırıp, adalet duygusunu örseliyor.
Nitekim Başbakan Yıldırım’ın verdiği rakamlar bu manada çok çarpıcı. Açıklamaya göre, toplam 5.448.858 kişi bir şekilde mecburi askerlikle ilişkili. Sorun sadece askere gitmeme/gidememe değil, sorun, aynı zamanda, devletin de yükümlüleri silahaltına alamamasıyla ilgili. Sonuçta çocukları için kaygılı aileleri de dâhil ederseniz, 15 milyonu ilgilendiren bir konudan söz ediyorsunuz demektir. Bu büyüklük hiçbir siyasi liderin, partinin yok sayamayacağı bir seçmen kitlesi demek.
Bütün bunlar sorunu sadece “bedelli askerlik” olarak ele almamamız gerektiğini söylüyor. Konuyu geçici, günübirlik, adaletten uzak yaklaşımlarla ele almak yerine farklı tecrübelerden faydalanarak Türkiye gerçeklerini, ihtiyaçlarını göz önüne alan, köklü ve kalıcı bir çözüm üzerinde çalışma vakti gelmiş demektir.
Ekonominin büyüdüğü, refahın arttığı, nüfus artışının durağanlaştığı ve eğitim süresinin uzadığı birçok ülke
İki ülke arasındaki gerilim farklı cephelerde karşılıklı hamlelerle sürüyor. İstihbarattan bilgi, propaganda savaşına, diplomasiden askeri hazırlıklara, vekâlet savaşlarından ittifaklara kadar.
İsrail, başta Suudi Arabistan olmak üzere bazı Arap ülkeleri ile ilişkilerini geliştiriyor. Rusya’yı İran sorununda “tarafsız” kalmaya ikna etmenin yollarını arıyor. En çarpıcı başarıyı ise ABD’nin nükleer anlaşmadan çekilmesi ve İran’a daha ağır ambargo uygulamaya başlamasıyla sağladı. Söz konusu stratejik adımların hedefi, sıradan İranlıların hayatını olumsuz etkileyerek, askeri bir hamleye gerek kalmadan rejimi değiştirecek/zayıflatacak “ayaklanmaya” dönüşmesi.
Ambargo uygulamasının olası sonuçlarıyla birleştiğinde, İran’ı zorlayacak en hassas konu, iklim değişikliğine bağlı su kıtlığı ve kuraklık. Bu ifade biraz abartılı gelebilir. Ancak su kıtlığının “milli güvenlik” sorunu haline geldiğini sadece yabancılar değil, İranlı yetkililer de belirtiyor. Haliyle, böylesine hassas bir konuya İsrail’in ilgisiz kalması düşünülemez.
Dünyada, Çin ve Japonya’dan sonra en fazla baraj inşa eden ülke İran. Son otuz yılda 600’den fazla büyük baraj inşa etti. Ancak, iklim değişliği, kuraklık, kum
PKK’nın “üs” kurduğu, hayati öneme sahip “geri bölge” Kandil yine Türkiye’nin gündeminde. Tartışmalarda Kandil’in doğru bir yere oturtulması önemli. Bu ise, alan tarihinin yeterli ve örgüt stratejisindeki rolünün de doğru bilinmesine bağlı.
PKK gibi soğuk savaş mirası terör örgütleri için, kitaba uygun “güvenli bölgelere” sahip olmak oralarda “otorite gibi davranmak” bir beka sorunudur. Nitekim PKK da, diğer terör örgütleri gibi, bu sorununu önce Lübnan ve Suriye’de, ardından da Kuzey Irak’ta çözdü.
PKK ilk kamplarını Suriye ve Lübnan’da kurdu. Bunu, baba Esad ve Talabani’ye borçluydu. Örgütün 1982 baharından itibaren Kuzey Irak’ta geçici kamplar kurmaya başlaması ise, Suriye, İran, PKK ve Barzani’nin ittifakıyla mümkün olabildi. Bu hamle, Kandil serüvenin ilk adımıydı. Nitekim örgütün bölgede kökleşmesi ve yayılması, takip eden yıllarda Kuzey Irak’ta devlet otoritesinin çökmesiyle gerçekleşti.
PKK, bölgedeki savaşlar, çatışmalar ve politik gerilimlerin en fazla faydalanan aktörüydü. Sürekli değişen dengeler PKK’ya varlığını güçlendirme fırsatı verdi. PKK, bölgedeki diğer gruplar ve devletlerle simbiyotik ilişkiler geliştirdi. İran, Irak, Talabani ve Barzani her daim örgüt
Suriye’de askeri tablonun değişimi çatışmalara bağlı olarak hız kesti. Suriye iç savaşının karakteri, süresi ve yoğunluğu dikkate alındığında, ülkede göreceli bir sakinlikten söz etmek mümkün. Nitekim ülkenin güney batısı, İsrail sınırı, kısa süre önce sessizliğe bürünmeye başladı. İdlib’de, istisnalar hariç, sakinlik yaşanıyor. Bu günlerin en hareketli bölgesi, DAEŞ’in son kalıntılarının temizleneceği Irak sınırı.
Siyasi tablo, katılımcılar, vekiller ve hedefler açısından oldukça ilginç bir görüntü sunuyor. Ülkenin geleceğini konuşmadan önce, taraflar ellerini güçlendirmenin derdinde. Bu nedenle, ülkenin geleceğini konuşmaya yönelik hamleler daha çok zaman kazanmaya odaklanmış durumda. Yoğunluk ise “yerel” düzeyde avantaj elde etmeye yönelik. Örneğin, İsrail’in Rusya ile yürüttüğü diplomatik görüşmeler hayli dikkat çekici. Esad’ın iktidarda kalmasına rıza gösteren İsrail, buna karşılık güvenlik mimarisini güçlendirme peşinde. Suriye sınırından Hizbullah ve İran destekli grupların uzaklaştırılmasını talep ederken, İran’ı da sınırlarında geriye doğru itmiş oluyor. Nitekim gelişmelere bakacak olursak, şimdilik, istediklerini elde etmiş görünüyor.
Suriye’de bir diğer gündem Rusya, Esad
Türkiye, terörle mücadele de yoğun şekilde teknoloji kullanıyor. Teknoloji, sadece teröristler için değil terörle mücadelede de stratejik önemi haiz bir araç. Teröristlerin eylemlerini kolaylaştırıp, etkisini artırırken onlara büyük avantaj sağlıyor. Teknoloji terörle mücadele eden devletlere de benzer avantajlar sağlıyor. Bu yüzden teknolojinin doğru, zamanında ve etkin kullanılması, teröristin taktik avantajlarını, üstünlüğünü ortadan kaldırırken stratejilerini de bozabilir.
PKK gibi hibrit terör eylemleri yapan teröristlere avantaj sağlayan koşulların başında arazi, hava şartları ve sivillerin arasında kendine yer bulmak gelir. Yine terör eylemlerinin etkinliği, sıklığı, “sürpriz” yapabilecek koşulların varlığına bağlıdır. Nitekim teröristler için sürpriz, kısa süreliğine, beklenmedik yer ve zamanda üstünlük sağlamaktan geçer.
Bunun için hareketli olmaları, inisiyatifi elde tutmaları gerekir. Eğer, teröristler yeterince hareketli olamazlarsa kolaylıkla açığa çıkarlar, hedef olurlar. Sürekli izlenip, baskıya maruz kaldıklarında ise savunmacı bir tutum geliştirerek içlerine kapanırlar.
Türkiye, her geçen gün terörle mücadelede daha fazla İHA (insansız hava aracı) ve SİHA (silahlı
Seçim sadece iç politikayı değil, dış politikayı da etkileyecek gibi görünüyor. Yeni cumhurbaşkanı ve ekibinin seçim sonrası Türkiye-ABD ilişkilerine odaklanacağını söylersek abartmış olmayız. Çünkü ortada çözüm bekleyen bir dizi sorun var. Suriye’den PKK/PYD’ye, Gülen’in iadesinden Rahip Brunson davasına, Halk Bankası’ndan S-400 hava savunma sistemine, İran’dan Rusya ile ilişkilere kadar.
Tüm bunlar yetmezmiş gibi, şimdi de ambargo tartışmalarını tetikleyen F-35 uçakları gündemde. Türkiye, bu uçaklardan yüz tane alma kararı vermişti. Gereken koşulları yerine getirdi. İlk partinin yakın bir zaman içinde teslim alınacağı bildirildi. Ne var ki bu günlerde ABD tarafından karışık sinyaller gelmeye başladı. “Teslimatın” ötelenebileceği, dahası “ambargoya” dönüşebileceğine dair emareler var.
Zaten sorunlu olan Türkiye-ABD ilişkilerinin F-35 konusuyla daha da karmaşık hale geleceği açık. Bu fikrin kaynağı ise 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı’nı takiben ABD’nin uyguladığı askeri ambargo. Uzun yıllar Türk siyasi karar alıcılarının, TSK’nın ve kamuoyunun ABD hakkındaki kanaatlerini olumsuz etkileyen ve müttefiklik ilişkisini zehirleyen, güven duygusunu sarsan tarihi tecrübeden söz ediyoruz.
Gelişme
Trump’ın İran ile yapılan nükleer anlaşmadan çekildiğini açıklaması bir dizi tartışmayı beraberinde getirdi. Kararı İsrail büyük bir sevinçle karşılarken, başta AB olmak üzere birçok ülke itiraz ve kaygılarını dile getirdi. ABD yönetimi ise bu tepkilere kulaklarını tıkadı ve “Trump doktrini”ni ete kemiğe büründürecek talepler listesini açıkladı. Şimdi herkes talepleri hayata geçirecek stratejiyi, araçlarını ve zamanlamasını keşfetmeye odaklanmış durumda.
ABD Dışişleri Bakanı Pompeo, talepleri 12 başlık altında açıkladı. Listenin geneline bakıldığında, taleplerin nükleer kapasite geliştirmenin çok ötesine geçtiği görülüyor. İran’ın dış politikasını değiştirmesi, füze kapasitesinde değişiklikler yapılması, Yemen, Suriye, Afganistan ve Irak’ta vekâlet savaşlarına son vermesi, Şiiler ve diğer gruplar üzerinden yürüttüğü örtülü operasyonları sonlandırması listede yer almış durumda.
Genel bir ifadeyle belirtmek gerekirse, liste, rejimi aşağılamayı, kıpırdayamaz hale getirmeyi hedeflemiş görünüyor. Sonuçta da taleplerle, rejim değişikliği eş anlamlı hale gelmiş görünüyor.
Konu rejim değişikliği olunca ister istemez geçmiş örnekler, devam eden süreçler, stratejiler akla geliyor. Ancak
Seçimi kazanacak cumhur-başkanı ve parlamento üyelerinin işi zor. Bu kanaat, sadece iç sorunlar ve zora giren ekonomiden oluşmuyor. Daha çok, dengelerin değiştiği, normların, kuralların ihlal edildiği yeni bir küresel düzenin doğumuna tanıklık ettiğimiz fikrine dayanıyor.
Düzen değişikliğinin bir yanında Çin var. Öte yanında ise ABD. Eski rolünü terk ederken, yeni rolünün ne olduğuna bir türlü karar veremeyen, kuralları yok sayan, kabadayı davranışlar içindeki ABD.
Türkiye için zor olan şu: Tespih gibi dizilmiş sorunlu ülkelerle komşu olan ve yeni düzenin kuruluş sancılarının en fazla hissedildiği bir bölgede yer almak. Pakistan’la başlayan kırılgan ve sorunlu kuşak, Akdeniz’e kadar uzanıyor. Afganistan, İran, Irak, Suriye, Lübnan, Filistin ve İsrail kuşağın diğer parçaları. Bölge büyük güç rekabeti, iç savaş, hırslı küçük gruplar, gerilimler, çatışmalar ve ideolojik farklılıklar nedeniyle domino taşı gibi devrilmeye müsait.
Trump yönetiminin dışladığı, Çin’in el atmaya devam ettiği Pakistan kuşağın başlangıcı. Afganistan’ın tüm sorunlarıyla iç içe, politik olarak kırılgan, kalabalık, nükleer bir güçten söz ediyoruz.
Afganistan zincirin ikinci zayıf halkasını oluşturuyor. Harcanan