ABD’nin kontrolsüz gibi görünen hamlelerinin gerisinde korkunun tetiklediği geleceği kontrol altına alma arzusu yatıyor. Üstelik gelişmeler öylesine hızlı cereyan ediyor ki elini çabuk tutması gerektiğini düşünüyor. Ne de olsa Çin her alanda küresel oyuncu olduğunu “resmi olarak ilan ettiğinde” ABD çoğu konularda geç kalmış olabilir.
Nitekim, ABD’ye göre, İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurduğu politik, askeri, ekonomik, ticari ve mali düzen tehdit altında. Tehdidin merkezinde ise Çin ve diğer “dik kafalı” ülkeler yer alıyor. Oysa ABD bu gelişmelere razı değil ve her şeyi kontrol altında tutarak başat rolünü sürdürmek istiyor.
İşin kötü tarafı, ABD’nin kurduğu düzenin Çin gibi devasa bir aktör tarafından yine kendisine karşı kullanılıyor olması. Bu durumda yapması gerekenin dünyayı yeniden okumak, yeni bir düzen kurmak, yeni araçlar seferber etmek ve yeni ittifaklar inşa etmek olduğunu düşünüyor. Nihayetinde Trump deli bir adam gibi görünse de bir iş adamı ve oyunun ağırlık merkezini en iyi bildiği alana, ticarete kuruyor. Trump ekonominin iç ve dış siyasette, askeri alanda, teknolojik gelişmede, finans dünyasında oynadığı rolün farkında. Nitekim Çin’de, son kırk yıldır askeri,
Suriye iç savaşının bir dizi öngörülemeyen sonuçlarına tanıklık ediyoruz. En dikkat çekici olanı şu: Suriye iç savaşı Türkiye-ABD ilişkilerini zehirlerken, Türkiye-Rusya ilişkilerini hiç olmadığı kadar “genişletti ve derinleştirdi”.
Bu günlerde çokça sorulan soru ise şu: Madem Türkiye-Rusya ilişkilerinin karakter değişimi Suriye’de başladı, bugün sahada bazı açmazlar var ve bu durum ilişkileri bozar mı? Türkiye ve Rusya bugüne kadar Suriye’de bazı sorunları öteleyerek “uyumlu” çalışabildiler. Bu arada Rusya, Ortadoğu’ya üç alanda yeniden giriş yaptı. Deniz ve hava üslerini garantiye alarak askeri alanda, Suriye nüfusunun neredeyse %10’nu oluşturan Hıristiyanları koruma misyonuyla dini alanda ve Esad’ı müttefik seçerek, yerel liderler düzeyinde, politik alanda.
Artık Suriye iç savaşının son düzlüğüne ulaşmış durumdayız. Tabloyu her alanda yeniden okumak gerekiyor. Özellikle dört konuda. Esad’ın geleceği, Türkiye’nin desteklediği “silahlı muhaliflerin” politik konumu, Suriyeli Kürtlerin “temsilini” ele geçirmiş PKK ile Moskova’nın ilişkileri ve İdlib sorunu. Bu liste birçok siyasi analistin, asker ve istihbaratçının merak duygularını harekete geçirmeye yetiyor. Mevcut sıkışık durumun,
ABD, İran nükleer anlaş-masından çekilmesinin ardından bir dizi yaptırımı hayata geçireceğini ilan etti. Bu günlerde söz konusu yaptırımların ilk dalgası hayat geçiriliyor. Buna göre, dolar kullanarak İran rejimi ile ticaret yapmak mümkün değil. Yine İran rejimi ile kredi veya sermaye transferine girmek yasaklar listesinde. Dahası, kıymetli metallerin, altın gibi, ticareti de yasaklar listesinde. Son olarak İran’a yapılan otomobil ve çelik ihracatına da kısıtlama gelmiş durumda.
Yaptırımların asıl fırtına kopartacak kısmı ise 4 Kasım’da yürürlüğe girecek. Öncelikle İran Merkez Bankası’nın yanı sıra birçok İran Bankasının uluslararası işlem yapma yetki ve faaliyetleri durdurulacak. İran’ın ihracat gelirlerinin %80’nini oluşturan petrol ve enerji sektöründe engeller devreye girecek. Amaç, İran’ın bu sektördeki kazancını “sıfırlayarak” politikalarını değiştirmeye zorlamak.
Öte yandan ABD, hızlı ve etkili sonuç alabilme adına sektör ve ülke bazında istisna sağlamayacağını ilan etmiş durumda. Sadece uzun vadeli sözleşmeler nedeniyle, doğal gaz konusunda bazı esneklikler getirmiş bulunuyor. O da, gelirleri satın alınan ülkede kalmak koşuluyla, sadece insani ihtiyaçlar için
Dünyada olup bitenleri anlamaya çalışıyoruz. Yeni güç dağılımı, değişen dengeler, araçlar, ilişkiler geçmişten farklı. Çin yükselirken ABD de dikkatini Doğu’ya kaydırıyor. Rusya, bölgesel güç olarak on yıl öncesine göre daha aktif. AB ise kendi iç işleriyle meşgul.
Bu arada devletler kadar devlet dışı aktörler de faal. Mücadele ağırlıklı olarak ekonomi, finans, kamuoyunu yönlendirme ve ticaret alanına kaymış görünüyor. Geleneksel yaklaşımlar ve hukuki normlar her geçen gün etkisini kaybediyor. Örneğin, ABD müttefiki AB’yi ticari alanda hizaya sokmaya çalışırken “Savaştayız” diyebiliyor. Çin’i teknoloji “hırsızlığı” ile itham ediyor. İran ile yapılan nükleer anlaşmadan çekildiğini ilan edip tek yanlı yeni bir ekonomik ambargo uygulamaya girişebiliyor. NATO üyesi, “müttefiki” Türkiye’yi açıkça ekonomik yaptırımla tehdit ediyor. Bunlar kamuoyunun gözleri önünde olup bitenler.
Bir de buz dağının görünmeyen yüzü var. Gittikçe artan etkinliğe sahip, istihbarat dünyasının örtülü/açık faaliyetlerinden söz ediyoruz. İstihbaratçılar riskler ve fırsatlar dünyasında karar alıcılara doğruya yakın bilgi üretmenin yanı sıra, savaş ve diplomasinin işe yaramadığı durumlarda “rakipleri,
Terör ve terörizm, tıpkı bu günlerde olduğu gibi, 1960’ların sonu, 1970’ler ve 80’ler boyunca dünyayı kasıp kavurdu. Bu dalgadan dünyanın öteki ucundaki Japonya da hissesini düşeni aldı. Japonlar iki cephede terörle boğuştular. Bir yanda, uluslararası hale gelmiş Marksist terörizm. Öte yanda, terör dünyasında kalıcı etki bırakacak dini referanslı, kitle imha silahlarıyla eylem gerçekleştirilen Aum Şinrikyo terörüydü. Japon hükümeti bu hafta, örgütün yedi üyesini yıllar önce işlediği terör suçlarından dolayı asarak cezalandırdı.
Aum Şinrikyo 1987’de kuruldu. “Yüce gerçeklik” anlamına gelen dini bir örgüttü. Örgüte göre, ABD ile Japonya arasında kesin üçüncü dünya savaşı çıkacaktı. Zaten dünya hızla kıyamete doğru gidiyordu. Bu gidişattan sadece örgütün düşüncelerini paylaşanlar hayatta kalacaklardı. Lider Shoko Asahara hem Buda’dan sonraki “ilk aydınlanmış kişi” hem de İsa Peygamber olduğunu iddia ediyordu. Fikirler, Budizm ve Hıristiyanlık düşüncelerinden üretilmişti.
Madem dünya kıymete gidiyordu, o halde grubun kendisini koruması lazımdı. Japonya’da 9 bin, dünyanın çeşitli yerlerinde 40 bine yakın üyesi vardı. Bu amaçla silahlanması gerekiyordu. Örgüt kimyasal gaz, çeşitli
Suriye’de olanları, olacakları, bölgesel gelişmelere bağlı olarak yeniden okumanın zamanı gelmiş gibi görünüyor. Çünkü alametlere bakılırsa, bölgedeki gerilimlerin ağırlık noktası Suriye’den doğuya, İran’a doğru hızla kayıyor. ABD’nin nükleer anlaşmadan çekilmesinin ardından, İran’a yönelik ekonomik ambargo ilanı, beraberinde getireceği belirsizlikler işin aciliyetini artırıyor.
İran sorununun büyüklüğü, ülkenin jeopolitiği, nüfuzu ve hadisenin tarafları düşünülünce işin ciddiyeti ve değişim göz ardı edilmez. Nitekim birçok devlet ve devlet dışı aktör, bugün politik hedeflerini yeniden gözden geçirirken, bölgedeki sorunların ağırlığı ve niteliği de değişime uğruyor. Bu çerçevede ittifaklar, ilişkiler ve araçlar yeniden değerlendirmeye alınıyor. Haliyle Türkiye’nin bu bağlamda Suriye sorununu yeniden mercek altına alması faydalı olabilir.
Gerilen İran-ABD ilişkileri bölgede suları ısıtırken, Suriye haritasının askeri görünümü Esad lehine pekişiyor. Sadece askeri değil, aynı zamanda ilginç siyasi gelişmelere de tanıklık ediyoruz. Diğer aktörler de bu yeni tabloya hızla uyum gösteriyorlar. Trump-Putin görüşmesinde Suriye’nin konu edilmesi sürpriz değil. İsrail Başbakanı’nın
15 Temmuz darbe girişiminin üstünden iki yıl geçti. FETÖ konusu hala gizemini koruyor. Yine de, davalar ilerledikçe, soruşturmalar derinleştikçe ilginç bilgiler, belgeler, ilişkiler ve yöntemlere malik oluyoruz.
En ilginç olanı FETÖ’nün TSK örgütlenmesi. Siviller arası örgütlerde gevşek olan bağlar, TSK’da oldukça farklı. “Mahremiyet” zirve yapmış durumda. Örgüt tam olarak açığa çıktığında sadece darbeyi değil, aynı zamanda gizli kalmış tarihini, zaman içinde değişen/değiştirilen siyasi misyonunu, ulusal ve uluslararası bağlantılarını da öğrenebileceğiz.
Politik bir faaliyette gizliliğin hastalık düzeyinde olması ancak üç durumda söz konusu olabilir. Birincisi, “düşman işgaline karşı direnmek için yer altında kurulan örgütlerde”. Meşru hükümeti devirmek amacıyla dar bir kadro tarafından kurulan, ”cunta” tip örgütlerde. Kuruluş aşamasında terör örgütlerinde.
Her üç durumda da, en önemli konu “güvenliktir”. Gülen, TSK’yı “mahrem işler” olarak tasnif ederken, şüphesiz profesyonel kaygılardan hareket ediyordu. Bu nedenle bilgi sızmasını önleyecek, kontrespiyonajın tüm kuralarına sıkı sıkıya riayeti en önemli iş haline getirmişti.
TSK’da emir komuta ve denetim düzeni, resmi askeri
Türkiye’nin sancılı ve tartışmalı sivil asker ilişkileri tarihinde yeni bir sayfa açılıyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan, Genelkurmay Başkanlığı’nın Milli Savunma Bakanlığı’na bağlanabileceğini açıkladı. Devletin yeniden yapılandırıldığı bu süreçte, E. Org. Hulusi Akar’ın Milli Savunma Bakanlığı görevine atanması bu konuda önemli mesafe alındığını gösteriyor.
TSK, 15 Temmuz darbe girişimi ve sonrasında büyük travmalar yaşadı. Çok sayıda general, subay, astsubay tutuklandı veya tasfiye edildi. Hükümet, benzeri girişimleri önlemek amacıyla, emir komutayı, personel yetiştirme düzenini, tayin ve terfi sistemini sıkı biçimde kontrol altına almaya girişti.
Bu gün küresel ve bölgesel gelişmeler iktidarda kimin, hangi partinin olduğuna bakılmaksızın, Türkiye’nin güçlü ve etkin bir Silahlı Kuvvetler’e sahip olması gerektiğini söylüyor. Nitekim hükümetin savunma sanayiindeki çabaları, darbe sonrası bölgesel güvenlik sorunları, Türkiye’nin uluslararası alanda artan askeri görünürlüğü bunun en önemli kanıtı.
Geçiş döneminde Genelkurmay Başkanı’nın Milli Savunma Bakanı olması, askerlik kültürü, sorunların hızla aşılması, zamanlama, karar alma süreçleri kapsamında doğru bir yaklaşımdır. Nitekim 15