Suriye iç savaşı son düzlüğe girmiş görünüyor. Elbette bazı sorunlu cepler var. Zaman zaman düşük düzeyde çatışmalar yaşanıyor. Ancak askeri manada söz konusu çatışmaların Suriye’nin geleceğini stratejik ölçekte etkilemesi zor görünüyor.
Çatışmaların hız kesmesinin ardından, Suriye’nin “siyasi mimarisine” dair bitmez tükenmez toplantılara, tartışmalara, açıklamalara ve temennilere tanıklık edeceğiz. Bu tablonun nedeni, tanıklık ettiğimiz bir iç savaşın “kaos ve travmaları” değil. Ya da insanlık trajedilerinin kanıksanması ve dikkatleri dağıtacak bölgesel hadiselerin bolluğu da değil. Asıl mesele, gelinen aşamada Suriye iç savaşının, geri plana düşerek, “tali” hale gelmesidir.
Bugün Suriye, iç savaşa bulaşmış tüm taraflar için farklı anlamlar taşıyor. Hızla yeni ve farklı politik hedeflerin parçası haline geliyor. Tıpkı pozisyonu değişen, siyasi hedeflerinde Suriye’yi özne olmaktan çıkaran ABD örneğinde olduğu gibi.
Söz konusu değişimin etkisini farklı alanlarda görüyoruz. İlk olarak, Suriye’nin siyasi mimarisinin inşasında ihtiyaç duyulan süre uzamaya devam ediyor/edecek. Yine Esad’ın rolü ve endemik örgütlerin geleceği, iç dinamikler ve gerçeklerden çok Suriye’nin
Türkiye uzun süreden beri, ABD’nin PKK ile ilişkilerinin kabul edilmez olduğunu her ortamda
dile getiriyor. ABD ise, PKK ile arasındaki ilişkiyi, yapay bir tanımlama ve coğrafya ile (Suriye) sınırlandırarak, sürdürmekte ısrar ediyor.
Yine itirazların arttığı, neredeyse Fırat’ın doğusunda çatışmaların yaygınlaşmasına ramak kaldığı bir aşamada, yeni ve ilginç bir gelişme yaşandı. ABD Adalet Bakanlığı, PKK’nın üst düzey üç yöneticisinin, yerini bildirenler için hatırı
sayılır miktarda ödül vereceğini açıkladı.
Bu açıklamadan kısa süre sonra ABD’nin Suriye Özel Temsilcisi, aynı zamanda ABD’nin eski Türkiye Büyükelçisi James Jeffri, PKK’nın terör örgütü olduğunu ancak, Suriye’de faaliyet gösteren PKK’lıların oluşturduğu PYD’yi terör örgütü olarak görmediklerini ifade etti. İçinde çelişkiler barındıran bu açıklamalar farklı mahfillerde, farklı tepkiler aldı/almaya devam ediyor. Daha uzun süre de alacak gibi görünüyor.
Yaşananları anlamlandırmak, olası gelişmeleri farklı yönleriyle öngörebilmek için atılması gereken adımlar uzunca bir liste oluşturuyor. Özellikle de PKK gibi bir sorunun karakterini merkeze koyan, olayın taraflarını, hedef, strateji ve taktiklerini bütüncül olarak ele
ABD, 2014 sonbaharına girerken DAEŞ karşıtı operasyonlar için müttefik olarak tercihini PKK’dan yana kullandı. Bu seçim, kısa vadede sahada ABD’nin işlerini kolaylaştırdı. Aynı zamanda PKK lehine de bir dizi gelişmeye yol açtı. Örgüt zamanla, bir yandan askeri kapasite inşa ederken, bir yandan da uluslararası görünürlüğünü artırdı. Meşruiyet ve sempati inşasında hatırı sayılır yol aldı.
ABD’nin bu yaklaşımı başta Türkiye olmak üzere, Suriye, Irak, İran ve Rusya’nın memnuniyetsizliğine yol açtı. Ancak ABD’yi kararından vazgeçirecek ciddi bir tepki oluşmadı/oluşturulamadı. Çünkü söz konusu ülkelerin ya Suriye’de başkaca ve öncelikli hedefleri ya da iç sorunları söz konusuydu. İran, Hizbullah aracılığıyla Fırat’ın batısına odaklanmıştı. Esad ise asıl düşmanı Sünnileri merkeze koymuştu. Irak nerdeyse ülkenin yarısında egemenliği kaybetmişti. Rusya deniz ve hava üslerini garantiye alma derdindeydi. Geriye sesini çıkartabilecek tek Türkiye kalıyordu.
Kendisinin de terör örgütü olarak tanımladığı PKK ile iş tutması onu arayışa itti. İlk hamlesi örgütü “ambalajlayarak” yeniden adlandırması oldu. PKK ise, Güneydoğu’da başlattığı şehir savaşlarıyla Türkiye’yi Suriye’den uzak tutmaya girişti.
Son günlerde Fırat’ın doğusundan Türkiye’ye yönelik tahrik ve tacizler artınca, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın açıklamaları da yoğunluk kazanmaya başladı. Bütün bunlar elbette bir tesadüf değil. Ne olduğunu, neden olduğunu anlamak için üç konuya odaklanmakta, hepsini birlikte ele almakta fayda var. Bunlar, İran’dan başlayarak tüm bölgesel gelişmeler, Türkiye ve Irak’ta PKK’ya kaşı yürütülen siyasi ve askeri mücadele ile Suriye’deki askeri, siyasi tablo. Bu çerçevede yer alan tüm aktörlerin hedeflerini, ilişkilerini, önleyici politik, askeri ve diplomatik hamlelerini birlikte okumak gerekir.
Fırat’ın doğusunda sınır boyunca yığınak yapan PKK/PYD’nin zaman zaman açtığı taciz ateşleri Türkiye’nin topçu atışıyla karşılık buluyor. Örgüt, buna bir yandan düşük yoğunlukta ateşle cevap verirken, bir yandan da “müttefiki/hamisi” ABD’yi, Fransa’yı harekete geçirecek hamleler yapıyor. DAEŞ’e karşı yürüttüğü operasyonu askıya aldığını, bazı militanlarını kuzeye, Türkiye sınırına kaydırdığını ilan ediyor. Yine, Avrupa’da kamuoyu oluşturmaya yönelik açıklamalar, toplantılar gerçekleştiriyor. Aynı zamanda da Türkiye’de güveliği sarsacak, terör eylemleri yapmanın yollarını arıyor.
Anlaşılan, benzeri
Bundan böyle Suriye’nin kaderine diplomatik manevraların yön vereceğini söylemek abartılı olmaz. Geçen hafta Türkiye’de yapılan toplantıya bu gelişmenin önemli bir parçası olarak bakmak gerekir. Rus, Alman ve Fransız liderler, Cumhurbaşkanı Erdoğan ile bir araya geldi. Toplantı sonunda somut ilerleme sağlanamasa da taraflar niyetlerini bir defa daha açık ettiler.
Putin, Suriye’de ne istediğini bilen ve buna uygun stratejik adımlar atan lider konumundaydı. Esad’ın arkasında olduğunu bir defa daha teyit etti. Taviz vermeyeceği diğer konunun da kendi listesindeki “teröristler” olduğunu ifade etti. Bu nedenle, İdlib’deki durumu geçici olarak tanımladı. Bu açıklamayla, Fransız ve Alman liderlere ellerini taşın altına koymadıkça rahat yüzü görmeyeceklerini belirtmiş oldu.
AB’nin iki güçlü üyesi Merkel ve Macron, farklı pozisyonlarına rağmen, Suriye’deki gelişmeleri acil ve önemli bir sorun olarak gördüklerini ortaya koydular. Almanya, gerek yeni mülteci dalgasından duyduğu kaygılar, gerekse yabancı terörist savaşçılar ve PKK ile ilgili sorunlar nedeniyle Suriye’den kaygılı olduğunu saklamadı. Türkiye’nin rolünün göz ardı edilemeyeceğinin de farkındaydı. Nitekim “anlayışlı ve yumuşak” bir
‘Devlet terörü’ tanımının tüm özelliklerini taşıyan Kaşıkçı hadisesinin ardından tartışmalar farklı cephelerde sürüyor. En fazla merak edilen husus, Suudi Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın siyasi geleceği. Çünkü böylesine şoke edici bir olayın “siyasi” sorumlusunun, en azından siyaseten hesap vereceği düşünülebilir. Ancak her geçen gün bu sonucun gerçekleşmeyebileceği ihtimali daha da artıyor.
Neler olabileceğini tahmin için yapılacak analiz iki başlık altında ele alınabilir. İlki, Suudi Arabistan’ın iç dinamikleriyle ilgili. Diğeri, uluslararası ve bölgesel dinamiklerle yakından ilgili. Kitaba göre, bu türden analizlerde, ülkeye göre değişmekle birlikte, ele alınması gereken bir dizi iç ve dış faktör söz konusu. İktidarı elde etme yöntemlerinin meşruiyetinden kurumlara, yargı sisteminden ekonomik performansa, terörizm, savaş ve politik şiddetten yolsuzluğa, hesap verebilirlikten sivil-asker ilişkilerine kadar.
Haziran 2017’de iktidara gelen Selman’ın ilk işi, Ordu, İç Güvenlik ve İstihbarat örgütü üzerinde tam kontrolü sağlamak oldu. Ardından, gücünü ve otoritesini Suudi politik kültürüne uygun yöntemlerle (!) tesis etti. Ekonomik olarak fazlaca bir sorununun olduğu
Geçen pazar, Trump, Soğuk Savaş’ı bitiren simgelerden “Orta Menzilli Nükleer Kuvvetler Anlaşmasını” hedefine koydu. “Rusya, maalesef, anlaşmaya uymadı. Bu nedenle anlaşmayı sonlandıracağız ve anlaşmadan çekileceğiz” dedi. Ardından da Milli Güvenlik Danışmanı John Bolton konuyu görüşmek üzere iki günlüğüne Rusya’ya gitti.
Anlaşma Soğuk Savaş’ın dönüm noktalarından biriydi. Nükleer silahlanma yarışının zirve yaptığı bir dönemde, 1987’de, ABD Başkanı Ronald Reagan ve Sovyetler Birliği Devlet Başkanı Gorbaçov “atma vasıtalarını” sınırlayan anlaşmayı imzaladılar. Sonrasında iki küresel güç, 500 ila 5500 km menzilli karadan ateşlenen füzelerde önemli sınırlamaya gittiler ve 2692 füzeyi imha ettiler.
Ancak Putin’in iktidara gelmesi ve 11 Eylül terör saldırısı yeniden füze korkuları tetikledi. Ara sıra anlaşmanın iptali gündeme geldi. Putin de 2007’de ABD’yi suçlayan benzer açıklamalarda bulundu.
İki ülke arasındaki asıl tartışma, 2014 yılında yaşandı. Obama, Rusya’nın anlaşma hilafına füze testleri yaptığını ileri sürdü. Trump iktidara geldikten sonra da onun dış politikasıyla uyumlu olarak konu yeniden gündeme taşındı.
Rusya’nın Ukrayna başta olmak üzere, Kırım, Doğu Avrupa, Baltıklar,
Suudi Arabistan vatandaşı Cemal Kaşıkçı ülkesinin İstanbul Başkonsoloslu-ğu’ndan içeri girdikten sonra “kayboldu”. Yabancı ve yerli medyaya yansıyan bilgiler Kaşıkçı’nın işkenceyle öldürüldüğü yönünde. Hadisenin oluş biçimi ve sonuçları içeride ve dışarıda farklı yönleriyle tartışılıyor.
Kaşıkçı’nın tanınan bir gazeteci olması, ülkesinin siyasi imajı ve Suudi devlet gücünü kullananlarla olan ilişkileri tartışmanın boyutlarını büyütmeye yetti. Özellikle Batı medyasının konuya sahip çıkması ve kamuoyu oluşturması da önemli rol oynadı.
Gelinen aşamada faillerin kimlikleri, harekete geçme nedenleri, hadisenin oluş biçimi ve olay mahalli bunun sıradan bir cinayet olmadığını gösterdi. Hadise genel hatlarıyla, otoriter bir devlete mensup memurların planlı biçimde, kendi vatandaşını yabancı bir ülkede, kendi konsolosluk binasında öldürmüş olmalarıdır.
Hukuki tanımlamalar bir yana (ahlakiliği de tartışılır), bazı devletler siyasi muhalifleri ortadan kaldırmak amacıyla yabancı ülkelerde gizlice benzer eylemler yaparlar. Çünkü karar alıcılar sorunları müzakere, diplomasiyle çözemiyor ve açıktan da güç kullanamıyor iseler söz konusu üçüncü yolu denerler. Bu yollar iyi yönetilemediğinde, geri