ABD-Çin rekabeti her geçen gün daha fazla gündemde yer tutuyor. Şimdilik buz dağının görünür kısmını istihbarat ve “ticaret savaşı” oluşturuyor. Ancak sorun daha derin. Yine de ne olup bittiğini tam olarak anlamanın yolu, eski defterleri karıştırmaktan geçiyor olabilir.
TEPAV, Ticaret Araştırmaları Merkezi Başkanı E. Büyükelçi Bozkurt Aran, 1980’lerin ortasında tanıklık ettiğimiz ABD-Japonya ticaret savaşına dikkat çekiyor. Ardından da dönemin ABD Başkanı R. Reagan’ın sorunu ifade edişine ve izlediği yönteme göndermede buluyor.
Japon ekonomisi, 1970’lerden itibaren, ABD ile ticari ilişkilerinde sürekli dış ticaret fazlası verdi. Öyle ki ABD’nin 1988 ile 2000 yılları arasında görülen dış ticaret açığının %40’ı ile %65’i arasında değişen oranı Japonya kaynaklıydı. Bu durum o dönemde ABD’yi kaygılandırmaya ve yeni arayışlara itti. Genel olarak Başkan Reagan, Japonya’yı teknoloji hırsızlığı, fikri mülkiyet haklarını ihlal, korumacılık uygulamaları ve kur manipülasyonuyla itham etti.
Ardından, Japonya’ya siyasi baskı uygulamaya başladı. Bu baskıdan kurtulmak isteyen Japon hükümeti, 1985’te diğer gelişmiş ülkelerinde katılımıyla, “Plaza Accord” mutabakatını imzaladı. Bazı “gönüllü”
ABD Genelkurmay Başkanı General Danford birkaç gün önce verdiği bir mülakatta, ülkesinin Fırat’ın doğusundaki hedefleri sıraladı. DAEŞ’i yenmek, istikrar ve ABD dış politikasının uygulanmasına yardımcı olmak. Kastettiği “dış politik hedeflerin” ne olduğu muğlak bir ifade olarak kaldı. Ancak, bugüne kadar yapılan resmi açıklamalarla birlikte ele alındığında, bu hedefin, İran’ın Suriye’den çıkartılması ve yalnızlaştırılması olduğu artık bir sır değil.
Aynı mülakatta Danford, söz konusu politik amaçların gerçekleştirilebilmesi için ülkesinin Suriye Demokratik Güçleri (SDG) olarak tanımlanan PKK/PYD’den 35 ila 40 bin kişiyi eğitip, donatacaklarını belirtti. Bugüne kadar 8 bin kişinin eğitilip donatıldığını da ekledi.
Generale göre, bu eğitimli/silahlı grup sayesinde hem DAEŞ’in geri dönüşü engellenecek hem de Fırat’ın doğusuna istikrar gelecek. Bu sayede İran’ın, Irak üzerinden Suriye ile bağı kesilmiş olacak.
Generalin açıklamaları sadece silahlı bir grup oluşturulmasını içeriyor gibi görünse de aslında bu Fırat’ın doğusunda inşa edilecek siyasi mimarinin sadece bir parçası. Bölgeye ve Suriye’ye dair muhtemel gelişmeleri öngörebilmenin yolu, generalin de sık sık başvurduğu kitabın
ABD-Çin gerilimi gümrük tarifelerinden farklı bir mecraya kaydı. Kanada polisi, dünyanın en büyük telekomüni-kasyon şirketi Huawei’nin sahibinin kızı ve şirketin finans yöneticisi Meng’i, ABD’nin talebi üzerine, geçen hafta gözaltına aldı. Çin hükümeti Kanadalı ve ABD’li yetkililere sert tepki gösterdi. Meng bırakılmadığı takdirde bunun ciddi sonuçları olacağını açıkladı.
Hukuki boyutu tartışmalı olmakla birlikte, gözaltı gerekçesi Huawei’nin yan kuruluşu Skycom’un ABD’nin İran’a uyguladığı yaptırımları delmesiydi. ABD’li yetkililer Skycom’un, İran’a yasaklanmış teknoloji ve ekipman ihraç ettiğini ileri sürmekteler. Nitekim açık kaynaklar Çin ve İran’ın, 2009-2013 yılları arasında ABD için çalışan onlarca yerel ajanın kimliklerini benzer teknolojiler kullanarak deşifre ettiklerini yazdılar. Bu ABD istihbaratı için hazmedilebilir bir durum değildi.
Konu sadece İran yaptırımının delinmesi gibi görüyor olsa da asıl sorun ABD ile Çin arasında artan rekabet. Ticaret savaşı buz dağının sadece görünen kısmı. Görünmeyen kısım gittikçe sertleşen ve genişleyen askeri konular, istihbarat ve karşı istihbaratı kapsıyor. Mücadelenin en önemli platformunu ise sinyal ve gözetleme teknolojilerinin
İngiliz dış istihbarat teşkilatı MI6’in patronu Alex Younger 3 Aralık günü mezun olduğu St Andrews Üniversitesi’nde bir konuşma yaptı. İçinde bulunduğumuz dönemin istihbaratını “dördüncü nesil” olarak tanımladı. Yapay zekâ çağında yaşıyor olsak da karmaşık dünyamızda insan zekâsının öneminin daha da arttığını ifade etti. Ardından da dünyanın değişim ve dönüşümünün temel özelliklerini sıraladı. Karmaşıklığın tüm sınırları aşındırdığını, gerçeklerle sanalın, yerelle, uluslararası olanın, devletlerle devlet dışı aktörlerin ve savaşla barışın arasındaki çizginin belirsizliğine dikkat çekti. Bu durumun İngiltere’nin rakipleri için avantaj, kendileri için zorluklar yarattığını belirtti. Ardından da hibrit, melez tehditlere dikkat çekti. Siber saldırılardan yalana dayalı propagandaya, askeri gücün geleneksel olmayan biçimlerde kullanılmasından inkâr edilebilir düzeyde örtülü operasyonlara kadar.
Günümüz dünyasını en iyi tanımlayan kelimenin “muğlaklık” olduğuna şüphe yok. Nitekim karmaşık dünya manzarası ve güvenlik olgusu her kes için geçerli. Yeni Zelanda gibi izole bazı ülkeler daha şanslı olsalar da hemen her ülkenin, sivil, askeri liderlerin benzer dertleri var. Bu bağlamda en
Bugün Türkiye, siyaseten Suriye sınırını tek parça gibi görmeye devam ediyor. Aslında tablo, hiç de göründüğü gibi değil. Nitekim Türkiye, Suriye’den kaynaklanan, etkileri kendi sınırlarını aşarak ülke içine uzanan beş benzemez duruma cevap vermeye çalışıyor.
Önümüzdeki aylarda/yıllarda Suriye, yeni Anayasa’nın önce usul, ardından metin ve nihayetinde uygulamasıyla gündeme gelecek. Her ne kadar genel gidişat bu yönde olsa da henüz cevabı verilmemiş bir dizi sorun var. Nitekim, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın G-20 zirvesinde Putin ve Trump ile yaptığı görüşmelerde Suriye bu yüzden önemli bir yer tuttu. Şunu ifade etmeyiz ki Suriye sorunu en fazla Türkiye’yi meşgul ediyor ve oldukça da karmaşık. Öyle ki Esad’ın zihnindeki soruların bile daha sade olma ihtimali var.
Arap Baharı’nın tetiklediği çatışmalardan, ilişkilerden yeni ve ilginç şeyler öğrenmeye, olanları yeni baştan anlamlandırmaya devam ediyoruz. Çatışma ve ilişkilerin karakteri, araçları, ittifakları, siyasi, askeri yönü, hukuki ve ahlaki gri alanları bildiklerimizden, öğrendiklerimizden farklı.
Nitekim, bu çerçevede güney komşumuz Suriye’nin 911 km sınırı oldukça geçirgen ve kompartımanlara ayrılmış durumda. Üstelik bir o kadar
İsrail, gerek Suudi Arabistan-İran geriliminde, gerek ABD’nin İran’a uyguladığı yaptırımlarda sessizliğini korurken, geri planda önemli işler gerçekleştiriyor. İran’ı ABD’nin öncelikli hedefi haline getirmek gibi. Ya da “istihbarat üretme yeteneklerini” Tahran’ın rakipleriyle paylaşarak sahayı, hareketleri ve kararları biçimlendirmek gibi.
İsrail’in sinyal istihbaratı üretme kapasitesi, süreç mimarisi, insan yetiştirme düzeni ders alınacak başarı hikâyeleriyle dolu. Zayıflık gibi görünen nüfus azlığını, yüzölçümünün küçüklüğünü, müzmin güvenlik sorunlarını nasıl fırsata çevirdiğini görmek düşündürücü.
Geliştirdiği istihbarat üretme kapasitesi İsrail’e iki alanda fayda sağladı. İlki devletlerin çöktüğü, belirsizliklerin arttığı, her şeyin hızla değiştiği ve güvenlik risklerinin örgütlere kaydığı bir dönemde, kendisini sürprizlerden korumak. Diğeri ise, siber alanda, devasa ve sofistike kapasite inşası ile pazar oluşturmak.
İlginçtir, ekonomik fırsat alanının taşıyıcısı, ülkenin köklü ve güçlü istihbarat örgütü oldu. İlk bilgisayarını 1950’lerin başında kullanan İsrail istihbaratı bu yeteneğini sürekli geliştirdi. 1980’lerden itibaren değişen güvenlik ortamıyla istihbarat
Ortadoğu için sıradan gibi görünse de önemli değişikliklerin vuku bulduğu bir süreçte Kaşıkçı cinayeti işlendi. Cinayet, değişimin aktörlerini, kararlarını etkilerken, gelişmeler üzerinde hem hızlandırıcı hem de çeldirici sonuçlar doğurmaya başladı.
Sözünü ettiğimiz gelişmelerin uzun bir listesi var. İran, Suriye’nin geleceği, radikal gruplar, Sünni Arapların durumu, PKK’nın yeni rolleri, Hizbullah ve mülteciler en fazla merak edilenler.
Yukarıdaki listenin yönünü belirleyecek faktörlerin başında Suudi Arabistan’ın pozisyonu ve Trump’ın tutumu geliyor. Nitekim ABD Başkanı Trump ve Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Selman’ın kişilikleri önemli. Ya da ara seçimlerin ABD iç politikasında, Trump’ın gücü üzerindeki etkileri. Ayrıca, Suudi Arabistan’ın jeopolitiği, iç dinamikleri, İran yaptırımlarında kararlılık ve Türkiye’nin tutumu gibi uzunca bir liste var.
Bugün tüm gelişmelerle yakından ilgili olan İran yaptırımları ile Kaşıkçı cinayetinin yolları da kesişmiş görünüyor. Yaptırımlarda başarının olmazsa olmaz koşulu, Suudi Arabistan’ın projeye destek sağlaması. Bu nedenle Trump, Salman’ın kariyeriyle bu kadar ilgili görünüyor.
Selman iktidarda kalırsa projeye sonuna
Avrupa Birliği üzerine çalışanlar, Birliğin en büyük eksikliklerinden birinin “Savunma ve Güvenlik” ayağı olduğunu söylerler. Neredeyse bu 1950’lerden beri böyle. Bu günlerde konu yine gündemde. Üstelik geçmişten farklı, “Avrupa Ordusu” adını telaffuz ederek. Kadir Has Üniversitesi’nden Prof. Dr. Sinem Açıkmeşe de bu değişime dikkat çekiyor. Çünkü AB’nin liberal ideolojisi ve “barış” felsefesi, resmi belgeler ve açıklamalarda “ordu” sözcüğünün kullanılmasından kaçınmayı gerektiriyordu.
Prof. Açıkmeşe, Birliğin 1999’da kurduğu yapıyı bile ordu olarak tanımlamaktan kaçındığını adını “Acil Müdahale Gücü” olarak ilan ettiğini belirtiyor. Dahası, doğrudan silahlı kuvvetleri kullanmak yerine, onu yumuşak operasyonların parçası haline getirdiğini belirtiyor. Bu günlerde gerek Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un, gerek Almanya Şansölyesi Merkel’in açıkça “ordu”, üstelik “Gerçek Ordu” sözcüğünü telaffuz etmeye başlamaları bir şeylerin değiştiğini gösteriyor.
Açıkmeşe bu ifade değişikliğini birkaç nedene bağlıyor. Küresel Güvenlik ekosisteminin değişiminin AB’yi yeni arayışlara zorladığını belirtiyor. Üstelik, gündemde acil güvenlik sorunları var. İngiltere’nin AB’den çıkması Birliği savunma ve