Akbabaların başı neden kel?

11 Ağustos 2011

Batılılarla aramızda birçok fark var ama en önemlisi meraktır. Örneğin, bizde kimse tüyü merak etmez. Tüy nasıl gelişti? Kuşlar neden tüylüdür? Akbabaların başında neden tüy yoktur? Tüyler kuşları nasıl sıcak tutar ve ıslanmalarını önler?
İlk tüylere, günümüzden yaklaşık 200 milyon yıl önce hüküm süren ve sürüngenler devri olarak bilinen Jura Çağı’nda rastlandı.
Tüyler baykuşların ses çıkarmadan uçmalarını, penguenlerin kar altında kuru kalmalarını, yalıçapkını kuşunun üzerine güneş vurmuş deniz gibi parlamasını sağlarlar.
Mühendislere göre, tüy yeryüzündeki en etkin yalıtım malzemesidir.
Yerde bir kuş tüyü görüp de eline almamış, hafifliğine şaşmamış, parmaklarını üzerinde gezdirmemiş insan var mıdır, acaba?
Geçenlerde kitaplar arasında dolaşırken Thor Hanson adlı bir biyologun bu konuda 352 sayfalık bir kitabının çıkmış olduğunu gördüm.
Bırakın araştırıp bu konuda böyle bir kitap yazmayı okuyacak kaç kişi tanıyorsunuz?

Yazının Devamı

Formula 1: Mahcubiyet anıtı

10 Ağustos 2011

Tarih 15 Ağustos 2005. Başbakan Tayyip Erdoğan Formula 1 İstanbul Park Pist’inin açılış konuşmasını yapıyor.
“Türkiye’ye inanmayanlar, Türkiye’nin büyük potansiyeline, milletimizin başarma azmine güvenemeyenler için dünya standartlarındaki bu tesis, burada bir mahcubiyet anıtı olarak yükselmiştir” diyor.
“Bu büyük organizasyon için 4.5 milyona yakın ziyaretçinin ülkemize gelmesini bekliyoruz” diyor.
Başbakan, danışmanları tarafından hazırlanan bir metni okuyordu.
Danışmanlar Başbakan’ı aldatmıştı. Formula 1 için Türkiye’ye 4.5 milyon turistin geleceği büyük bir yalandı.
Son üç yıl içerisinde ortalama İstanbul seyirci sayısı 35 bini geçmedi.
Dört buçuk milyon seyirci yalanını kim uydurdu?

Yazının Devamı

Orman banyosu

6 Ağustos 2011

Ozanköy
Birkaç günden beri her gün yüzmek yerine her gün yürüyorum. Deniz pis ve ılık.
Havanın serinlemesi için akşamüstünü bekliyorum. Evimden arabayla yirmi dakika uzaklıktaki bir dağ yoluna gidiyorum ve rastgele bir yere park edip yürümeye başlıyorum. Bir buçuk saat kadar yürüyorum. Döndüğümde güneş batmış, karanlık basmaya başlamış oluyor.
Güneşin battığı haberini ağustos böceklerinden alıyorum. Susuyorlar. Hepsi, binlerce olmalı, art arda, eş çağırmak için çıkardıkları sesleri durduruyor. Sanki de en tepede bir yerlerde güneşin denizin ufuk çizgisine indiğini, çıplak gözle bakılabilir hale geldiğini ve battığını izlemesi için gözcü diktiler.
Belki diktiler. Aşina ama hiç veya az bildiğimiz canlıların donanımlarında, kâinatı dolduran zekâdan aktarılmış mucizevi özellikler, yetenekler, sezgiler var.
Günün kendimi en iyi hissettiğim zamanı ormanda yürüdüğüm anlardır. İlk adımlarımı atamaz hissediyorum, ormanda yürümenin bana iyi geldiğini. Ana yoldan ormana dönen tenha yola girmemle başlıyor hatta bu duygu.
Pencereyi indiriyorum. Ormanın eşsiz kokusu içeri doluyor. Güneş, ağaçları limon gibi sıkıp çıkardığı kokularını ormanın üstüne serpti sanki.

Yazının Devamı

Neden Türkiye’yi soyanların telefonları dinlenmiyor?

5 Ağustos 2011

Binlerce, belki on binlerce kişinin telefonu dinleniyor Türkiye’de. Basına sızdırılan konuşmalar, iddianamelerde yer alan kaset çözümleri falan bir ipucu ise, bunların neredeyse tamamı AKP’ye hasım kişilerdir: Askerler, gazeteciler, muhalif politikacılar falan.
Nedense, devleti soyanların telefonları dinlenmiyor.
Oysa Türkiye sivil asker devasa yolsuzlukların ülkesidir. Yolsuzluk ölçen uluslararası kuruluşların endekslerinde çok berbat ülkelerle birlikte alt sıralardayız ve buraya Japon yapıştırıcısı ile tutturulmuş gibiyiz. Yukarılara, Singapur, Norveç gibi ülkelere doğru bir yükseliş yok.
Bundan çıkan anlam şudur: İktidara kim gelirse gelsin yolsuzluk azalmadan, aynı düzeyde devam eder. Dirseğini rakı masasına dayayanlarla alnını secdeye değdirenler arasında fark yok. (İnsanı Tanrı’ya dua değil dürüstlük yaklaştırır. Ama bu başka bir yazı konusu.)
Bir süre önce büyük bir yolsuzluk olayını araştırırken üst düzey bir yetkiliden şöyle bir not almıştım:

Milli gelirin yüzde 10’u

Yazının Devamı

Annem de bana Formula 1 alayım sana

4 Ağustos 2011

Kendini cin sanan bir hükümetin ne kadar akılsızca işler yapabileceğini anlamak istiyorsanız Formula 1’i inceleyin.
Yıl 2003. Mehmet Ali Şahin spordan sorumlu bakan iken dört-beş paralı, iyi aile çocuğu tarafından kandırılır. Uydurulmuş rakamlara inanır. Türkiye’ye para getirecek masalına aldanır. Başbakanı da kandırır. Ve hükümet Formula 1’in Türkiye’ye gelmesi için çekleri imzalamaya başlar.
Hükümetin garantisi ile projeyi İstanbul Ticaret Odası (ITO) üstlenir. Odayı o zaman “efsane” başkan Mehmet Yıldırım yönetiyordu.
Çok zaman geçmeden pistin açıklanan fiyatın dört beş misline mal olacağı ortaya çıkar. İTO’nun parası tükenir. Devlet başka kurumları devreye sokarak pisti bitirir.
Ama ne seyirci var ne de öngörülen gelir.
Formula 1 kısa bir süre önce aldığı lisans parasını 13,5 milyon dolardan 26 milyon dolara yükseltti. Hükümet, “Bu kadar fazla para ödemem” dedi. Bu yıl için planlanan yarışlar iptal edildi.
İyi aile çocukları gene devreye girdi. Bu defa hedef çiçeği burnunda Gençlik ve Spor Bakanı Suat Kılıç’tı. Kılıç geçen gün Türkiye Otomobil Sporları Federasyonu (TOSFED) Başkanı Mümtaz Tahincioğlu Ankara’da bir araya geldi.

Yazının Devamı

Herkes istifa ederse kim nöbet tutacak?

3 Ağustos 2011

Ferai Tınç geçen hafta 28 yılıdır çalıştığı Hürriyet gazetesinden istifa ederek ayrıldı. Birkaç gün sonra Genelkurmay Başkanı ve üç kuvvet komutanı istifa etti.
Bu istifalar ilk bakışta birbiriyle ilgili değil gibi görünüyor ama nedenleri aynıdır: Kurallarını artık AKP’nin koyduğu, Erdoğan’ın egemenliğine geçmiş iş kollarında çalışmaya devam etmeme isteği.
Yıllar geçti. Ferai Tınç’ın Hürriyet’te yazmaya başladığı 1983, Evren’in ve Özal’ın Türkiye’si idi.
Türkiye ekonomide din değiştiriyordu. Örümcekli, içe dönük devletçilikten özel sektörü öne çıkaran dinamik pazar ekonomisine geçiliyordu.
Askerlikte en üst makam hâlâ cumhurbaşkanlığı idi.
Ana gazetelerin çoğu askerin ve MİT’in gönüllü sözcüleri, kamuoyu manipülatörleri idi.

Yazının Devamı

Bukalemun

30 Temmuz 2011

Hastanede işimin çarçabuk sona ereceğini sandım, ama öyle olmadı. Doktorum mesanemin ultrason görüntüsünün alınmasını istemişti*. İstanbul’da oturduğum apartmanın önünde yeni açılan hastaneye gittim.
Bodrum katındaki resepsiyonist paramı aldıktan sonra “Görüntünün iyi olması için bol su içmeniz lazım,” dedi. “Sebilimiz orada. İyice sıkışınca gelin.”
Baş aşağı duran su bidonunu başına dikildim, plastik bardağı doldurup doldurup içmeye başladım. Normal koşullarda biri “su” dese tuvalete koşmam gerekir. Ama hastanede bir maraton koşucusu gibi sağlamım. Art arda yirmi bardak kadar su içtim. Midem bulandı. Sıkışmadım.
Benden başka hasta yoktu. Elimde bardak sebilin önünde dizili koltuklardan birine oturdum. Duvarda sessiz bir televizyon ekranı vardı. Ama film göstermiyordu. Hastane ürünü reklamı yapıyordu.
“Hasta olmadan hasta olma riskinizi öğrenebilirisiniz.” Neden? Deli miyim?
“Ellerinizdeki lekelerden şikâyetçi misiniz?” “Yüzünüzdeki kırışıklıklar moralinizi bozuyor mu?”

Yazının Devamı

Kıbrıs: Hayattaki 3’üncü kesin şey

29 Temmuz 2011

Hayatta vergi ve ölümden başka kesin bir şey yoktur, derler. Bunlara bir üçüncüyü ekleyebiliriz: Kıbrıs sorununa çözüm olmamasını.
Dur kalk neredeyse kırk yıldır süren toplumlararası görüşmeler son aşamasına girdi.
Tarafları uzlaştırmaya çalıştıran Birleşmiş Milletler’in itmesiyle liderlerin buluşmaları sıklaştırıldı. Amaç anlaşmaya varmak, toplumların referandumundan geçirmek, gelecek yılın ortasından önce adayı birleştirmek ve Avrupa Birliği’nin dönem başkanlığını birleşik Kıbrıs’ın alması.
Gülmek istiyorsanız, benden çekinmeyin.
Sorunun temelinde şu yatıyor: Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin üzerine kurulu olduğu toprakların yüzde seksenden fazlası Rum malıdır. Rumlar mallarını geri istiyor. Verirsek KKTC diye bir varlık kalmayacağından vermemek için bin bir takla atıyoruz. Onlar da almadıkça anlaşmaya yanaşmıyor.
Daha bir milyon neden var. Ama bu mükemmel neden tek başına birleşik Kıbrıs’ın romantik bir hayal olduğunu anlatmaya yeter.
Kıbrıs’ın birleşik olması, iki halkın bir arada yaşaması mümkün olsaydı, ne 1963’te toplumlararası çatışmalar başlar, ne 1974’te Türkiye adaya çıkar, ne de bu kadar yıl çözümsüz geçerdi.

Yazının Devamı