Gazi Tıp Fakültesi’nde 1999 Gölcük depreminden sonra bir panel düzenlendi. Paneli yönetme görevi Profesör Haluk Yetkin’e verildi. Açılış konuşmasını da o yapacaktı.
Yetkin depremle ilgili literatürü araştırırken 1977’de İngilizce yazılmış bir makaleye* rastladı.
Makale, Erzincan depremindeki can kayıplarının nedenini sorguluyordu.
“Özetle” diye yazdı Yetkin, “altı yüz civarındaki can kaybının yüzde 92’si bizim ‘apartman’ dediğimiz altı dükkân, üstü konut olan binalarda olmuştu. Makalede, MUMB(Mid-rise, Unreinforced, Masonry Building Orta Yükseklik, Takviye Edilmemiş, Kagir Bina) tanımlaması dikkatimi çekti. Bu tam da bizim inşaat sektörü uygulamalarına uymaktaydı.
“Diğer bir tanımlama da, ‘Soft First Floor’ idi. Bunun karşılığı da ‘Çürük Birinci Kat’ idi. Teknik yorumda, dükkânların vitrinlerinin duvar fonksiyonuna sahip olmadığı ve bu nedenle yanal kuvvetlere karşı konulamadığı için çöktüğü anlatılıyordu.
“En acısı da yaralıların yavaş yavaş öldüğü tespitiydi.”
Dün sabah gazeteleri açtım. Baktım. Normal zamanda Van’a gitmeyi aklının köşesinden bile geçiremeyecek bazı köşe yazarları deprem kalıntılarında yazacak bir şey arıyor.
Hürriyet’in orta sayfasındaki en büyük fotoğraf depremzedelere değil, Van’daki VIP Hürriyet ekibine ayrılmıştı. Yıkıntıların önünde ‘Görevimiz Tehlike’ ekibi gibi dizilmiş duruyorlardı. Ama ne tehlike vardı, ne görev. Daha doğrusu, tehlike de vardı, görev de, ama Van’da değil. Van, ölülerini vermiş, deprem sırasını, şimdilik, savmıştı.
Görev ve tehlike Türkiye’nin deprem bekleyen ama yeterli hazırlığı olmayan diğer beldelerinde idi. Özellikle İstanbul’da.
ABD Jeolojik Araştırma Merkezi, 2000 yılında, otuz yıl içinde İstanbul’da devasa bir deprem meydana gelme şansının yüzde 62 olduğunu açıkladı. Başka kaynaklar bu olasılığı yüzde 70 olarak veriyor.
Boğaziçi Üniversitesi Deprem Mühendisliği Bölümü Başkanı Mustafa Erdik, yabancı bir dergiye bu depremin 200 ila 300 bin arasında can alacağını tahmin ettiğini söyledi. Enkazı kaldırmanın bedeli ise 50 milyar dolar olarak tahmin ediliyor. Türkiye’yi yıllarca geri götürecek bir rakam.
Esnediğinizi görür gibiyim. Çok okudunuz bu veya bunlara benzer rakamları.
Dünyanın en usta klasik piyanistlerinden Mitsuoko Uchida, Financial Times’a konuşuyor:
“Eğer cennet varsa ve kapısına vardığımda bana ‘nesin’ diye sorarlarsa Hıristiyan değilim ‘Müzisyen’ diyeceğim” diyor. İyi fikir. Bana sorarlarsa, ki benim sorgulanmam herhalde cehennemin kapısında olacaktır, ben de “Gazeteci” diyeceğim. Nasıl bir gazeteci diye sorarlarsa da şöyle diyeceğim, “Diğerleri Türkiyelileri değil Türkiye’yi kurtarmaya çalışıyorlardı. Ben onlardan değildim.”
Bazıları için tekrar olacak ama öykümü özetlemeliyim: Rumlar tarafından pasaportum iptal edilip adadan kovulduğum için Ankara’da fakülteyi bitirdikten sonra Kıbrıs’a dönemedim. Diplomat olacakken tesadüfen gazeteci oldum.
Ama “Her tesadüf bir randevudur.” Benim randevum Daily News gazetesinde Nick Ludington ile idi. Gazeteci olmak isteyen herhangi bir insanın karşılaşabileceği en iyi öğretmendi Nick. Öğrenilmesi gereken her şeyi bana öğretti. İnsanın böyle ustalara borcu hiçbir zaman ödenemez.
Şanslı olduğum bir ikinci şey daha vardı. İngilizce biliyordum. Bu da bana kendimi açık ve yalın ifade etme yeteneği verdi. Az bilinen gerçeklerden biri, nasıl düşündüğümüz ve kendimizi ifade ettiğimizin dilimizle
Oslo, belki de Avrupa’nın
en sakin başkentidir. Norveç’in ev sahipliği, İngiltere’nin kolaylaştırıcılığı ile hükümet ve PKK temsilcileri uzun zaman burada gizlice buluştu. Seçimlerden kısa bir süre önce bir anlaşmaya varıldı.
Anlaşmaya önce Abdullah Öcalan ‘evet’ dedi. Ardından Kuzey Irak’ın Kandil dağında oturan PKK liderliği.
O zamanlar Erdoğan da uzlaşmadan yana görünüyor, bahar rüzgârları estiriyordu. Ama seçimler gelip geçince ‘Ben bu işte yokum’ dedi. Neden?
Bunun cevabı bilinmiyor. Ama birkaç tahmin ileri sürülebilir. Belki siyasi bedelinin çok ağır olacağını düşündü. Belki Kürtlerin bu anlaşma ile tatmin olmayacağını ya da bunu tam bağımsızlığa giden bir sıçrama tahtası olarak göreceklerine inandı. Kürt bölgelerine yatırım yaparak, yeni anayasa ile daha özgür, eşitçi, liberal bir düzen kurarak Kürtleri tatmin edeceğini umdu.
Sebebi ne olursa olsun, Erdoğan (ki böyle bir anlaşma olduğunu bile kabul etmiyor) anlaşmaya uymadı ve bence kariyerindeki en büyük hatalardan birini yaptı. Çünkü silahlar susmuştu ve kamuoyu uzlaşmaya hazırdı.
Osmanlı zamanında İstanbullular sebze ve meyvelerinin bir bölümünü şehrin yakınındaki bostanlardan alıyorlardı. Bunlardan kala kala bir tek Kuzguncuk’taki kaldı. Onun da günleri sayılı olabilir.
Kuzguncuk Birinci Köprü ile Üsküdar arasındaki deniz kenarı mahallelerden biridir. Arkanızı Boğaz’a verip mahallenin ana caddesi olan İcadiye’den yukarı doğru yürüseniz, birkaç yüz metre sonra solunuzda bostanı göreceksiniz. Bostanın kıyısından yukarı doğru tırmanan koru eski bir Rum mezarlığıdır.
Kuzguncuk’u özel yapan sadece bostan değildir. Mahallede onlarca Osmanlı devri ev, yalı, cami, kilise ve havra var. Bunlar Kuzguncuk’u, İstanbul’un geçmişiyle bağlarını en iyi koruyabilmiş semtlerinden biri yapıyor.
Bundan yirmi yıl kadar önce Kuzguncuk’ta, artık bana ait olmayan, asırlık bir ev satın aldım. O zaman bostan gerçekten bostandı. Tarlanın kenarındaki bir kulübede oturan Karadenizli bir aile tarlayı ekiyor, ürünlerini kaldırımda satıyordu.
Tarlayı hastane yapmak
Bostanın maliki olan Vakıflar Genel Müdürlüğü onları kovdu. Tarlayı, hastane yapmak için zamanın cumhurbaşkanının dostu olan bir doktora devretmeye kalktı. Şimdi gözaltında olan bu şahıs bir gece bostanın
Hükümet 2020 olimpiyatlarının İstanbul’da yapılmasına talip oldu. Bu Türkiye’nin ilk olimpiyatlara ev sahipliği yapma denemesi değil. 2003’te de denedi ama İstanbul teknik değerlendirmeyi geçemediği için ilk turda elendi. 2012 olimpiyatları Londra’da yapılacak.
Yunanistan 2004 olimpiyatlarına 15 milyar dolar, Çin 2008 olimpiyatlarına 42 milyar dolar harcadı. İngiltere’ye tahmini maliyeti 16 milyar dolar olacak. Üçünün ortalaması 25 milyar dolara yakındır. “Büyük” düşünme ve efelik faktörünü de katacak olursak, 2020’yi kazanmamız halinde bize muhtemel maliyeti 30-35 milyar dolar civarında olacaktır.
Bu parayı kullanmanın en iyi yolu bu mu?
Türkiye Avrupa’da az spor tesisine sahip, halkı en az spor yapan ülkelerden biridir.
Spor tesisi derken liglerin oynandığı futbol, basketbol sahalarından, olimpik yüzme havuzlarından bahsetmiyorum. Mahalle halkının yüzebileceği havuzlardan, çevresinde koşabileceği, çocuklarını oynatabileceği parklardan bahsediyorum. Ve lise ve üniversite öğrencilerinin okullarında spor yapabileceği tesislerden.
Tesis yoksa şampiyonlar da yoktur. İlk katıldığımız 1908 olimpiyatlarından bu yana sadece 74 madalya kazandık. Bunların altmışa yakını
Fırtına bulutlu elleriyle uçağı tutmuş sallıyor, sallıyor, ‘seni yere çalayım mı mı mı, çalayım mı?’ diye soruyor. İki bebek ağlıyor. Onların dışında Bodrum-İstanbul uçağında yolcular sessiz. Yanımda oturan genç turist başını öne eğmiş, dudakları kıpır, gözleri kapalı. Elini yanında oturan kız arkadaşının kucağına koymuş o da iki avucunun arasına almış sıkıyor.
Ağlayan bebekler ikiz, üç-dört aylık, arka arkaya iki koridor koltuğunda, biri annesinin diğeri bakıcısının kucağında yatıyor. Bodrum arkada kaldı. Dün bu vakitlerde Lale ile birlikteydik. Epey zamandır tanıdığım ama üç-dört yılda bir, sadece iş tesadüfleri dolayısıyla bir araya geldiğim genç bir kadın.
Otelin iskelesinden ayaklarımızı denize sarkıtıp konuştuk. “Böyle neşeli olduğuma bakma” dedi. “Büyük dertlerim var. Alışveriş hastasıyım ben. Gülme! Bu da bir hastalık. Kanser gibi.” Kendini tutamıyor, parası olmadığı halde durmadan alışveriş yapıyor. “Sen var ya, Sabancı’yla evlensen, kesin onu da batırırsın” diyormuş kız kardeşleri.
“Gidiyorum bir koltuk beğeniyorum. Kızım koltuğu ne yapacaksın? İhtiyacın yok. Evde koltuğu koyacak yerin yok, lan!” Durup yüzüme bakıyor. Ne diyorsun bu işe, diye sorar gibi.
“Bitkisel ilaçlar” yazarsanız internetten bir milyondan fazla link önünüze çıkar. Ve aşağı yukarı aynı sayıda sahtekâr.
Bir tanesi kutusu 250 liraya boy uzatma kürü satıyor. Ama 250 lirayla servi boylu olmak yok. Kür en az altı ay ile iki yıl devam etmeli.
Bir diğeri ankilozan spondilit için “destek” satıyor. İlaç dese hapsi boylayacağı için “destek” diyor.
Ankilozan spondilit ender bir omurga hastalığıdır. Kamburlaştırır, müthiş ve sürekli bir ağrı. Ne nedeni bilinir, ne tedavisi vardır. Eğer gerçekten bu ağrıyı geçirecek bir icat olsa formülü milyonlara satılırdı. Ama, tabii ki yok. Denize düşenlerin sarılması için bir yılan.
Şimdi dindarlık bir pazarlama aracı olarak geçer akçe ya. Bakın bir tanesi nasıl mal satıyor:
“Değerli okuyucu, hiçbir şeyin sebepsiz yaratılmadığı bu âlemde, hiçbir hastalığa karşı, kimse ümidini yitirmemelidir. Allah, Kur’an-ı Kerim Hicr suresi 56. ayetinde ‘Rabbimin rahmetinden, sapıtmışlardan başka kim ümit keser?’ buyurmaktadır. Demek ki, en son aşamada olanlar için bile bir ümit mutlaka olmalıdır.”
Eczanede satılması