Melih Aşık
Arkadaşımız
Fahrettin Fidan, dün Meclis'te RP Meclis Grup Başkanvekili
Salih Kapusuz'la karşılaşınca hoşbeşten sonra sordu:
- İslam dininde, insanın gözünün içine baka baka yalan söylemek caiz midir?
- Gözünün içine baka baka söylemeyi bırak, gözüne bakmadan bile yalan söylemek caiz değildir. Neden sordun?
- Genel Sekreteriniz
Oğuzhan Asiltürk, dün burada düzenlediği basın toplantısında,
Erbakan Hoca'nın sakallı korumalarıyla ilgili bir soruyu yanıtlarken, "Onlar koruma değildir, Hoca'mızın havlusunu, terliklerini tutan özel görevlilerdir" dedi de onun için sordum.
- Doğru söylemiş. Onlar tabii ki koruma değildir. Hoca'mızın havlusunu, terliğini getirip götüren özel hizmetlilerdir...
- Peki kareteciler arasından seçilmiş olmaları... Kulaklarında telsiz cihazı bulunması?
- O özel hayatları, kim ne karışır?
Salih Kapusuz bunları söylerken arkadaşımızın gözünün içine bakıyordu. Arkadaşımız ne desin:
- 100 doğru söyleseniz bu onları götürür, dedi, herkesin bilip gördüğü bir konuyu böylesine ters yüz edebiliyorsanız öteki söylediklerinize kim inanır?
Diyalog noktalandı...
Fatih Çekirge'nin yazdığına göre Ankara kulislerinde parola HHO'ymuş... Yani
"Her an Herşey Olabilir"... Tabii muhtıra ve darbe dahil...
Almanya'dan
Nazmi Kavasoğlu ise ülkeye yeni bir ad yakıştırıyor:
DBN toplumu...
Yani:
"Du Bakali N'olcek" toplumu...
Kısaca: DBN toplumunda HHO...
Bu süreçte Şaibe Sultan gürlemiş:
- Darbe söylentileri vatan hainliğidir...
Ve eklemiş:
- Ordumuz ülkenin stratejik önceliğinin demokrasi olduğunu bilir..
O zaman darbe söylentilerini kim çıkartıyor?
Yoksa "Ordu stratejik önceliğin demokrasi olduğunu biliyor" da, Hükümetin bunu bilmediğini, stratejik önceliği "şeriat" a verdiğini düşünerek mi huysuzlanıyor? Sonuçta galiba HHO... Elbet temenni edilmiyor ama... Öte yanda da Refahyol hukuk ve demokrasinin tahammülünü biraz fazla zorluyor...
Halkımız milletvekillerine çoğu zaman " Beni çarptı, oyumu aldı gitti sonra unuttu" diye bakar. Peki acaba "çarpılmaktan" yakınan milletvekili de var mıdır? CHP İzmir Milletvekili
Ali Rıza Bodur'u dinliyoruz:
- Milletvekilliğimin ilk üç ayında, "kiramı ödeyemedim, perişan durumdayım, n'olur bana yardım edin", diyen Ankaralı seçmenlere en az 100 - 150 milyon liramı kaptırdım.
- Nasıl oldu bu?
- Kapıma gelenlere, önce sorgusuz sualsiz istedikleri parayı veriyordum. Bir süre sonra baktım ki, günde birkaç kişi bu nedenle para istemeye başlamış. Hemen kendimce önlemimi aldı. Uyanığız ya! Adam yanımdayken, ver bana ev sahibinin telefonunu, kendim konuşacağım, dedim. Baktım, konuştuğum adamların hepsi olayı doğruluyor ve bana gelen kişinin kiracısı olduğunu, ancak parayı ödeyemediğini söylüyor. Onlar doğruladıkça ben parayı ödüyorum tabii. Birgün tesadüfen farkına vardım ki, bunlar bir şebekeymiş, bana bir tezgah kurmuşlar, kira parası! Ödeme olayı böylece sona erdi.
- Sonra?
- Sonra, "Ankara'ya iş takibi için geldim, memlekete dönecek param yok, N'olur bana bir otobüs parası verin" diyen şebekenin ağına düştüm.
- Onlardan nasıl kurtuldunuz?
- İşin suyu çıkınca kafayı çalıştırdım, yeni bir önlem geliştirdim. Adam, param yok, bana bir yol parası, diye mi gelmiş karşıma... Memleketin neresi senin, nereye gideceksin, diye sormaya başladım. Gideceği yeri söyleyince de, hemen o şehre giden otobüs firmasına telefon ettim. Göndereceğim falanca kişiye otobüs biletini verin, sonra gelin parasını benden alın dedim.
- Sonuç?
- Bir tek firma bile gelip benden otobüs bileti parası istemedi.
- Bunlar kötü örnekler... Ya iyileri?
- Bugüne kadar İzmirli hiçbir seçmenim benden para istemedi, Ankara'ya ziyaretine geldik, ısmarla bakalım bize bir yemek, demedi...
Yazara Emailasik@milliyet.com.tr