<#comment>#comment>
<#comment>#comment>
MİT Müsteşarı Şenkal Atasagun'un gazetelerin Ankara temsilcilerini yemeğe davet etmesi, 14 davetli gazeteciden 10'unun MİT'te dosyasının bulunduğunu şaka yollu açıklaması, orada konuşulanların gizli kalması istendiği halde sohbetin basına yansıması bu hafta epey konuşuldu. Atasagun geçmişte pekçok kişiye potansiyel suçlu gözüyle bakılarak haklarında dosya tutulduğunu, bugün bunların bırakıldığını eklemiş. İsabet...
MİT denildiğinde hatırlayıp güldüğümüz bir olay vardır..
Günaydın gazetesinde 1980 öncesi Kemal Kınacı'nın başkanlığında bir gazete toplantısı yapıyoruz. O günlerde Fatsa olayları manşetlerde. Hürriyet gazetesi tam sayfa haberler vererek bütün basını solluyor. Fatsa'da dolaşan maskeli şahısların fotoğrafları yalnızca Hürriyet'te yer alıyor.
Hürriyet'i nasıl yakalayabileceğimiz konuşulurken sevgili Teoman Orberk söz aldı:
- Bizde 3 MİT mensubu var, dedi, ancak bizim MİT'çiler Hürriyet'in MİT'çileri kadar iyi çalışmıyor sürekli haber atlıyoruz. MİT'ten yeni eleman isteyelim...
<#comment>#comment>
<#comment>#comment>
Türkiye'de yargı bağımsızlığı yok... Yargı siyasallaştı... Yargıya güven yok... İktidarın en yetkili isimleri dokunulmazlıkları kaldırmamak için yukarıdaki "bahane" leri öne sürüyorlar... Lafın önünü sonunu düşünmüyorlar. Prof. Ülkü Azrak bu bahanelerin tehlikelerine dikkati çekiyor:
- Türk yargısının bağımsız ve tarafsız olmadığının ileri sürülmesi, aynı gerekçeyle suçluları iade etmeyen yabancı ülkelerin ekmeğine yağ sürmek anlamına gelir.
- AİHM'de aleyhimize açılan davalarda karşı tarafa muazzam koz verilmektedir.
- Türkiye'nin AB'ye üye olmasını istemeyenler iktidarın "yargımız bağımsız değildir" ifadesini bize karşı kullanabilirler...
- Yurttaşın Türk adaletine güveninin bu suretle yok edilmesi, insanların bizzat ihkakı hak, yani hakkını kendi gücüyle alma eğilimlerine kapı açmak olacaktır. Böyle bir durumda toplumda nasıl bir kargaşanın ortaya çıkacağını tahmin etmek güç değildir.
<#comment>#comment>
<#comment>#comment>
Milliyet'te Erdal Kılınç'ın 3 Aralık tarihli manşet haberinden bölümleri birlikte okuyalım:
"... Kendilerini El Kaide olarak belirten grubun yakınlarına titizlikle yaklaşıldı. Mahkemeden alınan arama kararları evdekilere gösterilerek kişiler Emniyet'e davet edildi. Gözaltındakilere Ramazan süresince iftar ve sahur yemekleri verildi. Namaz saatlerinde de sorgulara ara verilerek ibadetlerini yapmalarına olanak sağlandı. Dikkat çeken bir başka konu da kadın zanlıları kadın polislerin sorgulaması oldu...
Kadınların bulunduğu nezarethanenin kapısında kadın polis görevlendirildi. Tuvalet ihtiyaçlarını giderirken de kadın polis eşlik etti... Polisin hassasiyeti öncelikle ev baskınlarında yaşandı. Evlere giden timler kapıda ayakkabılarını çıkardı. Yani 'çoraplı operasyon' yapıldı, polisler ev içinde ayakkabısız dolaştı..."
Emniyet güçlerinin bu ince davranışları hayli ilgi topladı...
Bunun yeni bir dönemin ve anlayışın başlangıcı olduğunu düşünenler vardı.
<#comment>#comment>
<#comment>#comment>
Kanal D, onuncu kuruluş yıldönümünü kutluyor... Amansız bir yarışta zor bir rekabeti 10 yıl belli bir zarafet, saygı ve sorumluluk çizgisinin altına düşmeden sürdüren Kanal D yönetimini ve çalışanlarını kutluyoruz.
Kanal D'de Arena ve Haber Yönetmeni olarak yıllardır görev yapan Uğur Dündar dostumuzla geçen 10 yılı konuştuk...
Uğur'a göre Kanal D'nin farklılığı özgürlüğündeydi. Susurluk olayı başta olmak üzere nice kritik olayın aydınlanmasına Kanal D öncülük etmiş, katkıda bulunmuştu. Susurluk çetesinin foyasını meydana çıkartan o ünlü düğün fotoğrafları ilk kez Kanal D'de yayınlanmıştı. En kritik haberlerde dahi yukarıdan herhangi bir müdahale geldiğini anımsamıyordu Uğur...
Tabii ki iktidarların türlü çeşitli baskıları olmuştu. Ama bu baskılar kamera ve kalem sahiplerine hissettirilmemişti. Mesela:
- Refah Partisi döneminde bir otomobil kampanyasına izin verme karşılığında Emin Çölaşan ve benim kontrol altına alınmamı istemişti iktidar Aydın Bey'den. Ne var ki Aydın Bey bu isteği yüz milyarlarca zarara girmek pahasına kabul etmedi. Bunu kendisi çok sonraları açıkladı... Buna benzer daha başka baskılar da olmuştur ama bunlar bize
<#comment>#comment>
<#comment>#comment>
Şu anda AKP milletvekili olan eski Diyanet İşleri Başkanı Prof. Said Yazıcıoğlu, Turkish Daily News gazetesinde Ayla Ganioğlu'nun sorularını yanıtlarken bir yerde diyor ki:
- Halen Diyanet İşleri Başkanlığı'na bağlı 80 binden fazla cami vardır. Her hafta bu camilere 20 milyon insan gider. İmamlar bu insanlara 1,5 saat cuma vaazı verir. Bu demektir ki cami cemaatine kitle eğitimi uygulanır. Bu vaazları veren hocalar ne tür insanlardır? Bu konuda akla çok soru geliyor. Biz bu tür kaygılarla din adamlarına verilen eğitimin iyileştirilmesi için projeler başlatmıştık. Maalesef benden sonra işbaşına gelen yönetim bu projelere ilgi göstermedi...
Prof. Said Yazıcıoğlu Diyanet İşleri Başkanlığı görevini 1991 yılında Mehmet Nuri Yılmaz'a devretmişti. Kendisinden sonra yani son 12 yıldır imam ve vaizlerin eğitilmesi için uygulanan projelerin terk edildiğini söylüyor.
Sayın Yazıcıoğlu açıkça görüldüğü gibi cami cemaatine vaaz veren din adamlarının bu görevi layıkıyla yaptığından kuşkuludur.
Geliniz şimdi aynı Diyanet'in milyonlarca çocuğa yatılı yatısız kurslarda vereceği eğitimin yeterliğinden, sağlığından ve kalitesinden emin olunuz...
<#comment>#comment>
<#comment>#comment>
Kur'an kurslarıyla ilgili yeni yönetmelik bu kursları alabildiğine yaygınlaştırıyor, yoğunlaştırıyor, formasyonu olmayan kişileri eğitici olarak görevlendiriyor. Sakıncaları o kadar açık ki, eski Diyanet İşleri Başkanı AKP Milletvekili Tayyar Altıkulaç dahi yönetmeliği benimsemedi, eleştirdi.
Peki bu tür kursların pedagojik yönden sakıncaları nelerdir?
Çocuk psikolojisinde Türkiye'nin sayılı uzmanlarından Prof. Atalay Yörükoğlu'na kulak veriyoruz:
"Bir kere bu kurslara gitmek bir anlamda zorunlu olacaktır. Çünkü gerek aileler gerekse çocuklar büyük baskı, en azından telkin altında kalacaklardır. Bu kurslarda doğası gereği özgür düşünce dile getirilemeyecek, soru ve sorgulama yapılamayacaktır. Çocuklar anlamadıkları şeyleri ezberlemeye ve bunlara kesinkes inanmaya zorlanacaktır. Hayatı, çevresini öğrenme çağında olan, bu nedenle de sürekli soru sormak ve sorgulamak durumunda olan çocuklarımız bu özgürlüklerini yitirecektir. Gelişimleri açısından çok önemli olan oyun oynama imkânı ellerinden alınmış olacaktır. Bence bu değişikliğe herkesten önce anne - babaların karşı çıkması gerekir. Çünkü söz konusu olan çocukları ve çocuklarının geleceğidir."
<#comment>#comment>
<#comment>#comment>
Bertolt Brecht "Faşizm üzerine yazılar" adlı kitabında, bir süre badanacılık da yaptığı söylenen Hitler'in iktidar serüvenini irdeler:
"Badanacı, yasal yollarla iktidara geldi. Partisi birdenbire en büyük parti oldu. Yasalara göre de hükümeti kurma görevi bu partiye düşüyordu. Halk büyük bir şaşkınlık içindeydi. Kurulu partilerden hoşnut olmayan ve badanacının partisine, henüz iktidara gelmediği için kimseyi hayal kırıklığına uğratmamış bir parti gözüyle bakan birçok kimse vardı. Kırpıcılar, yemleyiciler ve çobanlarından hoşnut olmayan danalar bir kez de kasabı sınamayı kararlaştırdılar..."
Bu rüzgâr her vakit böyle esmeyecek.
Gökte bulut, suda yelken, dalda çiçek.
<#comment>#comment>
<#comment>#comment>
Bayram günlerinde Türk halkı İstanbul'daki patlamaların şokunu yaşar ve kökten dinci teröre karşı önlem alındığını sanırken meğer hükümet o kesimleri de memnun edecek hazırlıklar içindeymiş... Kadın Araştırmaları Derneği dün yayımladığı bildiride bu şaşkınlığı ve tepkiyi dile getiriyordu:
- Terörün akıttığı kan kurumadan toplumu ve devleti her yönden din kıskacına almaya çalışan hükümetin bu tür olaylara yeni ortamlar hazırlayacağına inandığımız Kuran Kursları ile ilgili girişimini şiddetle kınıyoruz...
Yeni yönetmelik ile kurslar bütün yıla yayılıyor. İmam hatip mezunları ders verebilecek. Akşam kursları olacak, yatılı kurslar olacak...
Genel kanı: Yeni yönetmelik kuran kurslarını dinsel istismara açıyor.
Erdem Tuna'nın düşüncesi: "Okul dışı gençliği böyle örgütleyecekler..."