Tate Modern’ın üçüncü katındaki Cézanne sergisine ne zamandır uğramak istiyordum. Kısmet geçen haftayaymış. Madem şehir buz kesti, sıcaklıklar eksi dörtlere indi, o halde sanatla içimizi ısıtalım. Pahalı Norveç doğal gazını kökleyerek 170 yaşındaki Victoria evlerini ısıtmaya çalışmak, tecrübeyle sabit, beyhude bir çaba. En iyisi sanatla (ve yürüyerek) ısınmak.
Waterloo istasyonunun basamaklarını tırmandım. Yerlerde sürünen Evening Standart’ların (bedava gazetenin sonu budur) üzerine basmamaya çalışarak yukarı çıktım. Southbank Center’ın yanından sahile indim ve donmuş su birikintilerinin üzerinde kaya kaya Tate Modern’a doğru ilerledim. “Nehir iyi de bir Boğaz değil tabii” diye mırıldanmış olabilirim. Uzatmadım. Hafta içi sabah saatlerinde, tek başıma Cézanne sergisi gezmenin ayrıcalığına odaklandım.
Yanılmışım. Tate Modern kalabalık (ama en azından sıcak), Cézanne ana baba günü. Şu ara en popüler sergilerden biri Cézanne sergisi, haklı nedenlerden dolayı. Burası sadece resimlerin sergilendiği bir yer değil, aynı zamanda gelmiş geçmiş en büyük ressamlardan birinin kalbine, beynine girdiğiniz, hayatının çeşitli dönemlerinde gezindiğiniz bir tür labirent. Birden fazla giriş çıkışı olan, iç içe geçmiş salonlar da insana bu hissi fazlasıyla veriyor. Aynı resmin önüne ikinci kez gelebiliyor insan fark etmeden.
Sanatçının Aix-en-Provence’daki gençlik yıllarına ait manzaraları ve bu manzaraların psikolojik analizlerini okuya okuya ilerliyorsunuz. Gri gökyüzüne doğru yükselen yalçın kayalık zirveler, ufka doğru ilerleyen servili yollar, yalnız evler, hüzünlü kasabalar…
Ardından stüdyo günleri geliyor. Yıllarca her gün stüdyosuna saatler boyu meyve tabağı, kavanoz, sürahi kombinasyonları oluşturup farklı ışık kombinasyonlarıyla bunları resmeden bir sanatçı. Serginin girişine 1893 tarihli Elma Sepeti (“Le Panier de Pommes”) asılmış. Üzerinde “Bir elmayla Paris’i büyüleyeceğim” yazıyor. Evet, bir elmayla Paris’i ve bütün dünyayı büyüledi Cézanne. Çizdiği elma resimleriyle yaptı bunu.
Stüdyosunda her şeyini kontrol ettiği bir evren yaratmaktan hoşlanırmış. Ben bunu biraz da döneminin çalkantılı siyasi olaylarına veriyorum. Fransa’nın devamlı savaştığı, toplumsal büyük çalkantılara sahne olan, sanayi devriminin eski dünyayı sona erdirip hoyratça yeni bir dünya kurduğu yıllar. O zamana kadar görülmemiş bir hızla değişiyor her şey. Ve bu dünyada, bir kasabada, babadan kalma evinin stüdyosunda, dışa tamamen kapalı, kontrol edebildiği bir dünyada elmaları resmeden bir adam. Bana günümüzle ilgili de çok şey anlatıyor.
Cézanne’ın sulu boya takımlarını, yağlı boya paletini ve bu gibi özel eşyalarını da görmek mümkün. Sizde sadece, ne kadar da sıradan, izlenimi uyandırıyor.
Sıradanlığın gücüne ve büyüsüne hayran kalıyorsunuz.
Serginin derinliklerinde kaybolmuşken, önüme çıkan bir kapıyı açtım. Ve kendimi asansörlerin önünde buldum. Sergiden yanlışlıkla dışarı çıkmış biri gibi görünmemek için kapısı açılan asansöre binip üst kata çıktım. Karşımda St. Paul Katedrali, önümdeki poşet çaydan dudaklarım yanmasın diye hüpleterek bir yudum çektim. Elimi çantaya attım. Not defteri yerine elma çıktı. Kızımın çantasında olması gereken bu elmanın burada ne işi vardı? Bende elma varsa kızımın çantasına ne koymuştum evden çıkarken? Evren bana muzip bir oyun mu oynamaktaydı? Yoksa Cézanne cebime bir elma mı bırakmıştı?
Bir süre sessizce oturdum, hızla değişen dünyayı Tate’in terasından izledim. Günlerdir ilk kez ısındığımı fark ettim.
(Sergi 12 Mart’a kadar açık. Yolunuz düşerse aklınızda olsun.)