Türkiye’de en fazla Türkçe müzik dinleniyor desem size, biliyorum güleceksiniz. Bu zaten neredeyse her ülke pazarı için geçerli bir bilgi. Ancak başka bir gerçek var. Türkiye’de neredeyse sadece Türkçe müzik dinleniyor. İşte burada benzer ülkelerden biraz ayrılıyoruz. Dünyada kendi içine kapalı, başka hiçbir ülkeye benzemeyen kendine has müziğiyle yaşayan ender ülkelerdeniz. Sınırlarımızdan içeri başka şarkılar pek giremiyor.
Türk dinleyicisi, genel anlamda konuşmak gerekirse, Türkçe olmayan her tür müziğe kulaklarını kapamış durumda. Bunu; dil bilmemek, dünyayı tanımamak (bu yüzden ilgi de duymamak), çok az bir kitlenin yurt dışına çıkma fırsatı bulması, yoksulluk, eğitim ya da sosyal konularla açıklayabilirsiniz. Bu durum iki yönlüdür. Biz yabancı şeylere ilgi duymadığımız merak etmediğimiz için sanatçılarımız da dünyaya açılamaz. Yani biz dünyaya sırtımızı döndükçe dünya da bize sırtını döner. Çünkü
İnsan normalde yapmayacağı, yapmayı aklına bile getirmeyeceği şeyleri çocuğuyla yapabiliyor. Hatta çocuk demek, “Yapıp bitirdik biz bunları” dediğin her şeyi yeniden gözden geçirmek, baştan yapmak demek. Müzede bir gün de böyle.
Çocuğum gitmek görmek isteyince, ben de yıllar sonra tekrar tarih müzesine gitmiş oldum.
Londra’nın çok pahalı bir şehir olduğu malum ama bu pahalılıkta bedavaya yapabileceğiniz kaliteli şeyler var. British Museum’u gezmek böyle bir şey.
Türkiye’deki şehirlerde bu tip çoluk çocuk gidip bütün gün gezilecek ve vakit geçirilecek yerlerin azlığı önemli bir problem. Böyle bir müzenin veya müzelerin ihtiyaç piramidinin tam olarak neresine düştüğünden, önceliklerin ne olduğundan falan bahsedecek değilim. Sadece söylüyorum, bizde de olsa iyi olurdu. Bizim gibi tarihin ve kültürün merkezi olan topraklarda British Museum gibi bütün gün gezilecek ücretsiz bir müze olmaması büyük eksiklik.
Çocuğunuzun eline iPad verip
Eurovision yeniden ufak ufak gündeme gelmeye başladı. Bu yıl İngiltere’nin Liverpool şehrinde düzenlenecek yarışmayı geçen yıl Ukrayna kazanmıştı. “Aa, çok politik bir sonuç. Müzikle ne alakası var bunun?” dediğinizi duyar gibiyim.
E zaten Eurovision’da politika, kültür, sosyoloji, psikoloji ne ararsanız var. Müzik bu saydıklarım arasında sadece bir madde. Eskiden beri böyleydi. Kıskançlıklar, hayal kırıklıkları, cesaret, zaferler ve yenilgiler, hepsi Eurovision’un konusu. Türkiye’nin Almanya, Fransa, Hollanda, Belçika’dan 12’şer puan alması kültür, coğrafya, demografi değil de nedir? Rusya’nın (yarışmadan atılmadan önce) komşulardan hep tam puan alması, duruma ve rüzgâra göre Yunanistan’ın Türkiye’ye, Türkiye’nin Yunanistan’a sempati puanları vermesi, eski Doğu Bloku’nun birbirini tutup kollaması, Baltık’ların dayanışması, hepsinde siyaset, duygular, gerçekler ve hayaller havalarda uçuşmuyor muydu?
Bilmiyor olabilir yeni kuşaklar ama Eurovision adında, Avrupa başta
Elektronik müzikte deneysel işleriyle tanıdığımız, araştırmacı-müzisyen Islandman, Cem Karaca’nın klasikleşmiş, sözleri Nâzım Hikmet’in “Mavi Liman” şiirinden alınan şarkısı “Yorgunum Kaptan”a yeni bir yorum getirdi ve parça bu hafta EMGE etiketiyle yayınlandı.
Araştırmacı-müzisyen tanımını kullanmamın bir nedeni var. Islandman (Tolga Böyük) ve Veyasin (Hey! Douglas olarak da bildiğimiz Emir Yasin Vural) Red Bull’un desteklediği bir çalışmayla 2018’de Orta Asya’ya, atalarımızın sound’unu keşfetmeye (evet iddialı bir söz) gitmiş, burada yerel müzikler kaydetmiş ve bunlardan hareketle bir çalışma yapmıştı. Veyasin ve Islandman’in bu deneysel yolculuğu bir de film hâline getirilmişti. Bu iki ismi YouTube’a yazıp “enter” tuşuna basarsanız videoyu bulacaksınız.
Islandman geçmişten günümüze gelen müziklere meraklı. Geçmişteki hazineleri kurcalayıp eşeleyip onları gün ışığına çıkarmayı, onlardan yeni bir şeyler üretmeyi seviyor. “Yorgunum Kaptan” elbette çok tanınmış
Ne elitlikmiş, bütün dünyada tartış tartış bitmiyor. Tiyatroya, sinemaya gidene, kitap okuyana, yani normal insana “elit” denilen acayip bir dönemden geçiyoruz. Sapla saman birbirine karışmış durumda. Bu sözlerim sadece bizim memleket için değil. İngiltere’de de bir “elitlik” tartışması apar topar gündeme oturdu.
Son bir ayda iki başbakan değiştiren, Kraliçe’sini toprağa verip yeni Kral’a merhaba diyen İngiltere’de ortam kıpır kıpır. Muhafazakârların kendi aralarında parti lideri seçme girişimleri duvara toslarken İngiltere’nin en kısa süreli başbakanı Liz Truss yerini hızla Boris Johnson hükümeti Maliye Bakanı Rishi Sunak’a bıraktı. Sunak’ın, İngiltere’nin en başarısız başbakanı olan, 45 günde ülkesini mali krize sokan Liz Truss’ı dahi parti içi delege yarışında yenememiş olması bence asıl konuşulması gereken meseleydi ama tabii çağımız kimlikler üzerinden hikâye anlatma çağı. Kimse Sunak’ın ne yaptığıyla ya da yapamadığıyla ilgilenmedi. Varsa yoksa Hint kökenli olması,
Battersea Enerji Santrali, Londra’nın tam göbeğinde, Thames Nehri’nin kıyısında yer alıyor. Dört beyaz bacası gökyüzüne, çoktan unutulmuş bir dinin devasa tapınağının kuleleri gibi yükselen, dramatik, dikkat çekici, çevresine ve çağına yabancı, garip bir yapı. Londra’nın elektrik ihtiyacını karşılamak amacıyla 1929’da yapımına başlanan ve 1945’te bütün üniteleri tamamlanan istasyon kömürle çalışan bir termik santraldi. Hemen yanındaki Chelsea Bridge’ten şehrin kuzey yakasına geçtiğinizde karşınıza bir süre sonra şehrin en lüks, pahalı “posh” semtleri çıkar. Bu şatafatın tam içinde sayılabilecek bir uzaklıkta termik santral bulunması şimdi düşününce inanılmaz geliyor kulağa. Nişantaşı’nda oturuyorsunuz ve Beşiktaş’ta termik santralin dev bacaları
24 saat kömür tozu üflüyor. Bunun gibi bir durum.
1975’te bu santral devre dışı kaldı. Korunması gereken binalar arasına alındı ve o günden bu yana ne olacağı üzerine tartışmalar yapıldı. 1970’lere kadar
Alex Turner’ı Richard Hawley ile birlikte gördüğümden bu yana Arctic Monkeys hakkındaki görüşlerim yeni bir seviyede. İlk yıllarında YouTube’a koydukları performanslarla ünlenen genç tıfıl alternatif rock grubu olarak bildik biz Arctic Monkeys’i. Bu çok uzun sürmedi. Belki iki albüm. Ergen enerjisiyle Brit parti kültürünü birleştiren, İngilizlerin kendine has rock geleneğini yeniden üreten gruplardan biriydi Monkeys ama Alex Turner kesinlikle sıradan değildi. Hem vokali, hem sözleri, makineli tüfek gibi art arda gelen cümleleri, aynı anda gitar ve davulun yarattığı dinamik havayı yakalıyordu hatta öteye taşıyordu.
Ama işte 10 yıl önce gelen Richard Hawley ortak çalışması “You and I” çok acayipti. Her şeyiyle oturmuş dört dörtlük bir işti. Brit müziğinin en sevdiğimiz karakterlerinden Richard Hawley’nin işin içine girmiş olması ve rol model olması süperdi. Bu durum bana grubun daha potansiyelinin çeyreğini bile kullanmadığını gösteriyordu. Bu dönemin ardından “A.M.”
Londra-İstanbul hattı hayli yoğun. Gelen gidenin haddi hesabı yok ve bu beni iki sebepten çok mutlu ediyor. Birincisi, Türkiye’ye gitmeden Türkiye ayağıma gelmiş oluyor (bencil sebep). İkincisi, yurt dışında ne kadar çok Türk olursa o kadar güçlüyüz gibi geliyor bana. “Beyin göçü” söyleminin aksine, ben yurt dışında dünyaya yayılan daha fazla Türk, daha güçlü bir Türk diasporası olması gerektiğine inandım son yıllarda. Yani beyin göçü iyi bir şey aslında.
Her neyse, geçen hafta Teoman, Gripin ve Batu Akdeniz, Eventim Apollo’da bir konser verdi. Bu tip konserler artık hıncahınç doluyor. Eventim Apollo, eski adıyla Hammersmith Apollo, Londra’nın en güzel salonlarından ve burada 3000 kişilik bir kalabalığa konser vermek şahane bir şey Türk sanatçıları için. Londra’ya devamlı uğrayan Duman, Ezhel ve daha pek çok sanatçı var ve neredeyse her ay bir ya da birkaç konser düzenleniyor. İşte size güçlü diasporanın faydalarından basit bir örnek.
Teoman&rs