Geçenlerde memlekette de hayli sevilip sayılan, konserleri tıklım tıkış dolan Nick Cave’in sözleri gündemdeydi. En son 21 Ağustos’ta Parkorman’a İKSV organizasyonuyla gelen dünya şehir ozanlarının piri, şu ara popüler chatbot yazılımı ChatGPT’ye “Bir Nick Cave şarkısı yazar mısın?” sorusu üzerine ortaya çıkan şarkıya isyan etti. Tam olarak şöyle demiş: “İnsan olma ihtimali üzerine grotesk bir şaka.”
Grotesk zaten tam Cave’e göre bir tanım. “O kadar çirkin ki gülünç” diyor reis.
Londra’da gazeteler, köşe yazarları herkes bunun üzerine yazdı, çizdi. Konu gündemde durdu, hâlâ da konuşuyor. Yapay zekâ ile insan arasında bir mücadele varmış gibi, kazanan ve kaybeden aranıyor. Herkes yapay zekânın ve yapacaklarının insanların ve yapabileceklerinin (ya da yapageldiklerinin) yerine geçeceği korkusunu yaşıyor. Ben de yaşıyorum. Yapa zekâ dediğimiz şey, bir araç olsun, işte bir tür asistan olsun, bize yardım etsin, fazla abartılmasın istiyorum. İnsanlığın anahtarlarını
Ne zaman bir ödül töreni olsa ve ne zaman sonuçlar açıklansa ağzımda mayhoş bir tat, bir memnuniyetsizlik hissi. Ödül demek seçmek demek. Birileri memnun olacak, birileri de üzülecek elbette. Ancak herkesin karara saygı duyması lazım işin sonunda. Çünkü kaliteli ödülcülük bunu gerektirir. Adalet her yerde olduğu gibi ödüllerde de önemli.
Verdiği ödüllerin önemsenmesini isteyen her kurum ve kuruluş bunu bilir. Mesela üniversitelerin verdiği ödüllere neden kimse saygı duymuyor? Çünkü ödül verilecek ismin ne yaptığına değil popülerliğine bakılıyor, sonra sosyal medya hesapları incelenip takipçi sayısı not ediliyor. Ardından telefon edilip “Gelecekseniz vereceğiz, ona göre” deniyor. Ödülü almaya gitmeyeceği, gidemeyeceği belli olandan ödül alınıp başkasına veriliyor. Böyle bir ödülün bir anlamı var mı sizce?
Bu kıytırık ödüllemeler bir yana, Grammy’lere bakıyorum, Oscar’lara bakıyorum. Aynı şeyin versiyonlarını
Tel Aviv çıkışlı prodüktör ve çok yönlü müzisyen Kutiman bu hafta Melike Şahin ile yeni bir iş birliği yapıyor. Şarkının adı “Ellerin Hâli”. En son bir Harbiye Cemil Topuzlu konseri kaydı olan “Dön Ne Olur” ile YouTube’da trendlere girmişti. Melike Şahin’in popülerliği şu an zirvede.
Miley Cyrus’un yeni şarkısının adı “Flowers”. Yeni albüm “Endless Summer Vacation”, 10 Mart’ta Columbia imzasıyla çıkacak.
Maneskin, Tom Morello iş birliğini ilgiyle izliyoruz bu hafta. Eurovizyon ile müziklerini dünyaya tanıtma şansı bulan İtalyan rock starları, Rage Against The Machine’den Audioslave’e süper grupların ve güçlü solo albümlerin insanı gitarist Tom Morello’yla bir araya geldi. Parçanın adı “GOSSIP”. Maneskin sayesinde listelerde şahane gitar sound’ları duyulmaya başladı. Olası ‘80’ler rock revival’ı da merakla beklemedeyim.
Gripin, “Yanımda Kal” adlı Alpay şarkısını yorumladı. Şarkı yıl içinde yayınlanacak ve Fuat Güner’den
Kraliyet ailesinin “yedek” çocuğu (yeni çıkan kitabın adı ‘Spare’ ve yedek anlamına geliyor) Prens Harry’nin henüz çıkmadan tartışılan anıları rekora koşuyor.
Britanya, ABD ve Kanada’da piyasaya çıktığı ilk gün 1 milyon 430 bin adet satan kitap, Barack Obama’nın ilk gün 887 bin adet satan biyografisini sollayan bir performans gösteriyor. Yayıncı Penguin Random House’dan verilen bilgiler doğruysa, bu yayınevi tarihinin kurgu dışı kategorisindeki en iyi satış.
Prens Harry’nin dünyadaki bir numaralı magazin malzemesi olduğunu, anılarında penisinden başlayarak (bekâretini nasıl kaybettiği dâhil) ağabeyi, babası, annesi ve kraliyetin diğer mensupları hakkında son derece mahrem ifşaatlara yer verdiğini, bir sürü uyuşturucu kullandığını, Afganistan’da görevliyken 25 kişiyi öldürdüğünü itiraf ettiğini, kendisini kral olacak ağabeyine yedek organ olarak doğurduklarına inandığını anlattığını biliyorum. Bunların satış demek olduğunun da farkındayım. Kitabın performansı kimse için sürpriz değil. Kitabın gölge
Türkiye’de müzik dergiciliğinin milatlarından biri Roll dergisidir, hiç şüphesiz. Bugün ancak koleksiyonerlerin raflarında yer alan, sahaflarda sipariş üzerine toparlanan Roll, Express dergisinin ekiyken, 1996-2009 yılları arasında bağımsız dergi olarak yayımlandı.
Sarı sayfaları, kendine has ebadıyla (muhtemelen hesaplı olması bakımından tercih edilmişti kâğıdı ve firesiz ebadı) hemen gazete bayilerinin raflarında dikkat çekerdi. Yeni sayısının çıkması hasretle ve merakla beklenirdi.
Roll’un albüm tanıtımları, kısa haberleri, finaldeki listesi, muhtelif dosyaları yanında pek çok hizmetinden sadece birisi ama belki de en önemlisi türler, tarzlar, kültürler arasındaki sınırları yıkmasıydı.
Kim çizmişti mesela Ciguli’yle Bob Dylan arasına çizgiyi? Neden Joe Strummer ve Neşet Ertaş aynı bütünün parçaları sayılmıyordu da insanlar şuncular buncular diye ayrılıyordu?
Roll’un bu sınırlara, ki elbette müziğin hiçbir zaman umurunda olmayan sınırlardı bunlar, aldırış ettiği yoktu. Hikâyenin, anlamlı olanın, değerli olanın peşindeydi.
Elb
İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın kuruluşunu Türkiye’nin kültür sanat tarihinde bir milat olarak düşündüm her zaman. Ondan önce İstanbul, dünyada modern bir kültür sanat şehri olarak görülmüyordu. Olsa olsa Batılıların oryantalist turistik hayallerinin bir parçasıydı. Bir James Bond filmi dekoru en fazla.
Ondan önce İstanbul, Batı kamuoyunda insanların sanatçısını, orijinal üretimlerini merak ettiği bir kültür ve sanat ortamından çok eski bir imparatorluğun turistik kalıntılarıydı.
Ondan önce İstanbul, müzikte dünya turnelerinin saygın bir durağı değildi (son 10 yılda hayli yıprandı bu özellik ama geçicidir).
Ondan önce İstanbul’da konser izleyecek kitleler olduğundan bile emin değildi çoğu sanatçı, plak şirketi ve organizatör. Yabancı sanatçılar, yoğun olarak gelmeye başladığında yerli üretimler ve sanatçılar da kendilerini ifade edecek ortamı buldular yıllar içinde.
1973’te kurulduğunda belki sadece var olan elit bir kitleyi kültürel olarak doyurma işlevini
Cama doğru yürüdüm. Perdeyi araladım. Acaba Londra’mız bugün nasıllar? Kuru ağaç dalları ucuz korku filmi gibi üzerime saldırdı. Yağmur, bulut, gri gökyüzü. İşte Pink Floyd’dan Massive Attack’e bir medeniyet müziğini bu gökyüzüne borçlu diye düşündüm. Yüzümü yıkayacaktım, gerek kalmadı. Arkamı dönünce topuğuma batan legonun acısıyla uyandım. Topuğa batan lego acısı diye bir şey var. Anne babalar bilir. Çocuk büyüdükçe lego küçülür. Küçük lego daha çok acıtır.
Legoların üzerinden sektim, mutfağa geçtim. Kahve yaptım. Herkesin henüz uyuduğu ama her an uyanabileceği o alacaözgürlük saatlerinde (alacakaranlık ile özgürlüğün birleşimi) günün doğuşunu gözlemeye salona geçtim. Tilkiyi ve yavrularını o zaman gördüm. Şehrin grisinde hayat dolu kırmızı lekeler.
Tilkiler Londra’nın sokak hayvanları. İstanbul’daki gibi her köşe başından karşınıza çıkan, her duvar üstünde
TDK sözlüğünde orta direk için “Türkçede toplumun küçük memur, emekli, küçük esnaf, küçük çiftçi gibi düşük ve sabit gelirli kişilerden oluşan kesimini tanımlamakta kullanılan bir kavram” denmiş. Eksik. Hatta basbayağı yanlış bu tanım.
Esnaf, memur, çiftçi olmayan, kendi orta ölçekli işini yapan herkes veya bir şirkette çalışan beyaz yakalı da orta direktir. Memur ya da emekli eşittir orta direk diye bir denklem yok.
Orta direk kavramı Türkçede Özal tarafından popülerleştirilen bir kavram. Ancak elbette onun icat ettiği bir şey değil. Dünyada “middle class” olarak bilinen orta gelir grubu gelişmiş toplumların belkemiğini oluşturuyor. Eğer yerleşmiş bir demokrasi, geleneksel kurumlar, evrensel değerler ve global yaşam kültüründen söz ediyorsak, işte o noktada orta sınıftan bahsediyoruz.
Orta sınıf demek aynı zamanda eğitimli sınıf demek. Eğitim de kültür demek, sanat demek. Dolayısıyla, dünyayı döndüren kültürel değerlerin de merkezinde orta