Londra’da Türklerin yoğun yaşadığı ve bazılarının küçük Türkiye dediği Haringey’deyim. Finsbury Park’ın doğu yakasından uzanan caddenin adı Green Lanes ve burası belki de Britanya’da kendinizi en fazla Türkiye’de hissedeceğiniz yer.
Pazartesi sabahı acı haberin ulaşmasıyla birlikte vatanlarından uzakta yaşayan bütün insanların yakından tanıdığı o huzursuzluk ve çaresizlik, depremin açtığı yaraların üzerine ekleniyor ve büyüyor. Sağda solda yürüyenlerin, dükkanlarının önünü süpüren esnafın yüzündeki ifadeden hemen anlaşılıyor durum. Konuştuğum insanların hepsi çok üzgün, birçoğu yakınlarını kaybetmiş, birçoğunun aile bireyleri çoktan deprem bölgesine uçmuş. Gidenler memleketlerinde kalanlar evlerinde yardım etme peşinde.
Yol boyunca sıralanan dükkanların tabelaları Türkiye mozaiği gibi. Antepliler, Gökyüzü, Şelale, Antepzade, Haringey Çorbacısı, Hanedan, Hala, Diyarbakır restoran… Bunlardan başka sayısız market, berber, turizm acentesi, avukatlık
Batı ve Doğu’yu kendine has yaklaşımıyla yorumlayan ve dans pistlerine taşıyan Acid Arab’ın yeni albümü “Trois”; Rachid Taha, Cem Yıldız, Sofiane Saidi gibi isimleri bir araya getirirken ilk kez trap sularını da deniyor.
Dünya sıradan endüstriyel poptan o kadar sıkıldı ki bugün dünyanın farklı coğrafyalarından gelen müziklere kulaklar sonuna kadar açık. İster Güney Kore olsun ister Güney Amerika, Afrika ya da Ortadoğu, yerele ilgi var. Yereli yorumlayıp farklı coğrafyalardaki dinleyicilere ulaşmayı başaranlar için de yepyeni bir gelecek olduğu ortada. Geçen hafta Acid Arab’dan Guido Minsky ve Pierre Cazanova’ya bağlanıp yeni albümleri hakkında bilgi alırken bunları da konuşma fırsatı oldu.
‘90’larda Dünya Müziği’nin bir kategori olarak müzik sektörüne, plak dükkânlarının raflarına, stream platformlarına girmesi, radyoların dünyanın dört bir yanından sanatçıları çalmaya başlaması, bu alanda label’ların kurulması günümüze gelen bu yolda döşenmiş taşlar. Acid Arab’ın
E-scooter’ların İstanbul’da yasaklanmasının ardından Londra’daki e-scooter’ların durumunu anlatmak farz oldu. Acaba İngilizler bu ulaşım yeniliğine nasıl bakıyor? Bizim beceremediğimiz neyi beceriyorlar da henüz e-scooter yasaklanmıyor?
Teknik olarak, Londra’da e-scooter’lar sadece ruhsat verilen şirketler tarafından ve belli ilçelerde kullanılabiliyor. Bu bir pilot uygulama. Deneme yanılma safhasında her gün bir yenilik geliyor. Ve bunun şehre uygun olup olmadığı tartılıyor. Her an İstanbul’da olduğu gibi yasak da gelebilir.
İngiltere’de e-scooter’ları anlamak için aslında önce bisikletleri anlamak lazım. Bisikletler hatta atlılar birer motorlu taşıt muamelesi görüyor. Trafikte tabi oldukları kurallar aynı. Mesela bisikletler arabalarla aynı şeridi veya varsa kendilerine ayırılan bisiklet şeridini paylaşıyor. Kenardan gitmek, şeridin bir yanına sıkışmak zorunda da değiller. Çoğu zaman iki bisikletli yan yana yolculuk edebiliyor. Kaldırım kesinlikle yasak. Cezası ağır. Öte yandan, araçların bisikletlere yol vermesi, sollama şartları uygun değilse arkalarında beklemesi,
Soho’nun insan kaynayan, yemek kokan, ıslak, soğuk ama hayat dolu sokaklarını geride bıraktım, ana caddeden karşıya geçtim, kendimi Tottenham Court Road istasyonunun yürüyen merdivenlerine teslim ettim.
Bir merdiven, bir merdiven daha derken arzın merkezine doğru yavaşça servis ediliyorum. Sağda solda reklam panoları. Harry Potter’dan üretilmiş kim bilir kaçıncı oyunun/etkinliğin afişleri. Muhtelif müzikaller. Kitaplar. Müzik albümleri ilanları. Sizi “Testere” filminin içinde dolaştıracak bir “deneyim” daveti. Ve vegan pastırma.
Testere filmindeki terör ve şiddeti arkadaşlarınızla birlikte grup halinde yaşayabileceğiniz şahane bir kapalı oda deneyiminin nasıl olacağını düşünsenize. Filmine bile dayanamayan ben mesela herhalde duvarları yumruklamaya, “Çıkarın beni buradan!” diye bağırmaya başlarım 30 saniye sonra. Bu neyin deneyimi?
Bir dakika, vegan pastırma mı? Evet, vegan pastırma. Bir tava üzerinde üç dilim domuz pastırması görülüyor. Görünüm aynı. Pastırma dediysem, aslında pastırma falan değil.
Yeni Amy Winehouse biyografisinin çekimleri geçen hafta başladı. Bunu fırsat bilerek Winehouse’un hayatının büyük bölümünün geçtiği Camden’da bir yürüyüş yaptım.
Sam Taylor-Johnson’ın Amy Winehouse biyografisi “Back To Black” Londra’da geçen hafta çekilmeye başlandı. Winehouse’u canlandıracak oyuncu Marisa Abela’nın Amy Winehouse gibi giyinip kuşanmış fotoğrafları basında kendine hayli yer bulurken çekimlerden gelen bir-iki kareden hareketle dahi tartışmalar başladı.
Amy Winehouse, İngiltere’de hassas bir mesele. Çok seviliyor ve hayatının olaylı geçen özellikle son bir-iki yılı hakkındaki ileri geri yorumlar tepki uyandırıyor. Herkes alkolle ve uyuşturucularla ilişkisini, inişli-çıkışlı aşk hayatını biliyor elbette. Winehouse her şeyini gözler önünde yaşamış, şarkılarına da yaşadıklarını neredeyse birebir yansıtmıştı. Yani aslında Winehouse’u magazinden değil, şarkı sözlerinden takip ettiğinizde daha yakından tanımış olursunuz. Onu anlatan bir biyografinin de bu gerçeği biliyor olması
Tate Modern’ın üçüncü katındaki Cézanne sergisine ne zamandır uğramak istiyordum. Kısmet geçen haftayaymış. Madem şehir buz kesti, sıcaklıklar eksi dörtlere indi, o halde sanatla içimizi ısıtalım. Pahalı Norveç doğal gazını kökleyerek 170 yaşındaki Victoria evlerini ısıtmaya çalışmak, tecrübeyle sabit, beyhude bir çaba. En iyisi sanatla (ve yürüyerek) ısınmak.
Waterloo istasyonunun basamaklarını tırmandım. Yerlerde sürünen Evening Standart’ların (bedava gazetenin sonu budur) üzerine basmamaya çalışarak yukarı çıktım. Southbank Center’ın yanından sahile indim ve donmuş su birikintilerinin üzerinde kaya kaya Tate Modern’a doğru ilerledim. “Nehir iyi de bir Boğaz değil tabii” diye mırıldanmış olabilirim. Uzatmadım. Hafta içi sabah saatlerinde, tek başıma Cézanne sergisi gezmenin ayrıcalığına odaklandım.
Yanılmışım. Tate Modern kalabalık (ama en azından sıcak), Cézanne ana baba günü. Şu ara en popüler sergilerden biri Cézanne sergisi, haklı nedenlerden dolayı. Burası sadece resimlerin
Bazen tersten bakmak lazım. İnsanların at gözlüğünü takıp koştuğu yere değil de sağa sola, belki geriye.
“Elime gazete mürekkebi bulaşmasını özledim, dergilerin sayfalarını çevirmek ne güzeldi” falan demeyeceğim. Böyle özlemleri olanlar vardır, problem yok. Ama basılı medyaya, özellikle haber dergilerine ihtiyacın nostaljinin ötesinde bir durum olduğunu gözlemliyorum.
Tabletimden dünyada yayımlanan pek çok dergi ve gazeteye ulaşabiliyorum. Son dönem, artan bir ilgiyle haber dergilerini okumaya başladığımı fark ettim. Bir çeşit aydınlanma yaşadım sanki. Elimin atında öylece duran yayınlar yerine her gün Twitter’da debelenip duruyordum haber almak için. Halbuki ihtiyacım olan doğrulanmış, çalışılmış, kapsamlı, bağlamı belli haber, analiz, yorum hepsi bu dergilerde vardı.
Her gün internetteki çeşitli mecralarda ve ilgili app’ler üzerinden haber, gündem takip eden biri olarak, tabletimde dergiler ve gazetelerle haşır neşir olduğum son bir ay içinde özellikle haftalık haber dergilerinde kaliteli bilgi ve haber
Reggae ekibi Sattas, yeni albüm hazırlığında. Grubun lideri Orçun Sünear’la grubun yeni rotasını konuşuyoruz. Daha doğrusu havadan sudan, Reggae’den muhabbet ediyoruz bu hafta.
"Bu sefer şarkı şarkı çıkaracağız. Ben şarkıları bir defada albüm formatında çıkarmak için direttim. Ama ekibim ve şirketim ‘Hayır’ dediler. Artık kimse böyle yapmıyor. mor ve ötesi’nden Harun’la (Tekin) konuştum. Türkiye’nin en büyük gruplarından biri neticede. ‘90’lardan beri albüm yapan mor ve ötesi’nden bahsediyoruz. ‘Bitti’ diyor Harun. Albümün bitmesine üzüldük karşılıklı.”
Orçun Sünear çok heyecanlı, çok enerjik. İçinde bulunduğu dünyanın, müzisyenlerin ve müziğin yaşadığı zorlukların farkında ama inanılmaz pozitif. Yerinde duramıyor. Aramızda binlerce kilometre var ama enerjisi fiber kablolardan geçip bana kadar ulaşıyor. Ekranda elleriyle, kollarıyla, mimikleriyle heyecan içinde müzikten bahseden biri var. Yeni prodüktörü, çok