Bir süredir İngiliz medyasında Arnavutluk’la ilgili haberler dikkatimi çekiyor. Haber toplama ve arşivleme konusunda kendimce saplantılı olduğumdan bunları biriktirmişim bir köşede. Geçen gün karşıma yeni bir Arnavutluk haberi çıkınca artık bundan bahsetmenin zamanın geldi belki de diye düşündüm.
İngilizler çok seyahat eden bir millet. Bunun pek çok nedeni var. Yerli turizm çok zor burada, çünkü fiyatlar aşırı pahalı. Tesisler eski ve bakımsız. Hizmet sektörü cidden yok gibi bir şey. Üçüncü sınıf pansiyona bir hafta sonu ödenecek parayla İbiza’da bir hafta tatil yaparsınız. Yunanistan’da iki, Türkiye’de üç hafta gezersiniz. E bu durumda kimse İngiltere’yi dolaşmıyor. Kasabasına köyüne en yakın havaalanından hop İbiza’ya, Marakeş’e, Mikonos’a, olmadı Alanya’a…
İki yaz önce Kovid dolayısıyla kimse yurt dışına çıkamadığından ülke turizmi yerliye dönmüştü. Gazeteler “Ne güzel kıyılarımız, çayır-çimenimiz var (hakikaten
BBC yorumcusu canlı yayındayken arkadaki kapı açılıyor, içeri çocuklar giriyor. Adam utanıp sıkılıyor, durumu kontrol altına almaya çalışıyor ancak sonra koyveriyor ve kahkahalar geliyor. Bu görüntüyü hatırlıyoruz değil mi? Büyük haber olmuştu, 2017 yılıydı. Bundan beş, Kovid salgınından üç yıl sonra bugün bu artık haber dahi olamaz. Çünkü hayatımız buna dönüştü.
Üç yıl önce şu zamanlarda “Uzaklarda bir yerlerde (Çin) birileri fena halde grip oluyormuş” haberleri gelmeye başlamıştı. Bu haberlerden bir ay sonra iş yerleri geçici olarak kapandı. Ardından, bu durumun pek geçici olmadığı anlaşıldı. Bir de tabii Çin’in artık uzak olmadığı.
Bir iki hafta işe gidilmeyecekmiş diye başlayan maceranın ilerleyen aşamalarında bazılarımızın işe hiç dönmeyeceğini fark ettik. Dönsek de hiçbir şey aynı olmayacaktı. Başlardaki şok ve evde ekmek pişirme çılgınlığı gibi erken tepkileri atlatınca nelerin değiştiğini daha iyi anlayabildik. “Yol parası vermeyeceğiz, ne güzel” diye
İki aydan az kaldı seçimlere ve anlaşılan o ki bu dar zamanda kısa, nokta atışı, hedefe odaklı kampanyacıklar göreceğiz. Aylarca sürecek miting süreci zaten mümkün değil. İletişimde mücadele alanı belli ki her zamankinden daha fazla sosyal medya olacak. Gençlerin ne uzun konuşma dinleyecek dikkati var ne de uzun bir metni okumayı bitirecek sabrı. Pop’ta hit şarkıların süresinin 1 dakikalara düştüğü devirde mitingle gençliğe ulaşmak imkânsız.
Muharrem İnce önceki gün tweet attı: “Gençler ‘Arabada gaz pedal’ şarkısıyla ortalığı ayağa kaldırmanızı istiyorum. Videolarınıza dedelerinizi, anneannelerinizi ve babaannelerinizi de dahil etmeyi unutmayın ;)”
“Arabada Gaz Pedal” adıyla ortalıkta dolaşan şarkı hip hop’un görece yeni popülerleşen drill ekolünden Lvbel C5’e ait. C5 popülerliğini TikTok’a borçlu. Zaten parçalara bakarsanız TikTok dostu olduğunu hemen anlarsınız. Sözler genelde kadınlar, arabalar, mahalle delikanlılığı, paraya ulaşmak üzerine tekerlemelerden ibaret. Aslında bu şarkı
Geçenlerde Oxford Üniversitesi’nden bir biyoloji profesörü yazısında neden “survival of the fittest” ifadesine dokunulmaması gerektiğine ikna etmeye çalışıyordu okurları. İnsanların bunları tartışması bana gerçeküstü geliyor ama oluyor işte. “Survival of the fittest” Darwin’in “doğal seçilim” teorisinin temelindeki mantık. Fit, yani güçlü olanın hayatta kalması. Bu ifadeye savaş açılmış durumda çünkü “fit” olmayanlar için mağdur edici bir yanı olduğu belirtiliyor. Bu fikri savunanlar dişi - erkek denmesine de karşı. Bunun yerine yumurta üreten ve sperm üreten denmesini öneriyorlar.
Dünya basınını yakından takip edenler “Kültür Savaşları”nın artık neredeyse kurumsallaşan bir editoryal masaya dönüştüğünün farkında. Kültür savaşları tanımı çok isabetli çünkü bu konuda gerçekten bir savaş veriliyor. Kavram çok geniş bir alanı işaret ediyor aslında. Siyasi iktidarların tarihi işlerine gelecek şekilde yeniden yazma
Girişte dev televizyon ekranlarından oluşan (tabii ki hepsi Samsung) kompozisyonda “Gangnam” Style ile karşılanıyor ziyaretçiler. Seul’un sosyetik mahallesi Gangnam’daki görgüsüzlükle kafa bulan şarkı YouTube tarihinde bir milyar izlenmeyi geçen ilk video olmuştu. Victoria ve Albert Müzesi’nde önceki hafta açılan ve dünyayı giderek etkisi altına alan Güney Kore popüler kültürüne odaklanan “Korean Wave / Kore Dalgası” sergisi elbette bu şarkıyla açılacak.
Gangnam, 1972’de Han Nehri’nin kuzeyi inşaata kapanınca ortaya çıkmış bir yerleşim alanı. Yasaktan doğan bir yer. Bugün en lüks evlerin, en pahalı markaların, en prestijli okulların, en havalı kafelerin, restoranların mekânı. Sergide, burada 1978 yılında çekilmiş bir fotoğraf var. Arkada lüks bloklar inşa edilirken, önde öküzün arkasına taktığı sabanla tarla belleyen bir Koreli köylü görünüyor. Evet, tahmin ettiğiniz gibi oralar hep tarlaydı.
İkinci Dünya Savaşı’ndan ikiye bölünmüş olarak
İstanbul’da olası depreme dair kafalar karışık, endişe hâkim diye yazmıştım. Gelen tepkiler daha çok işin maddi yönüyle ilgiliydi. İçinde yaşadığınız binanın depreme dayanıklı olup olmadığını araştırmak, sonuca göre gerekeni yapmak ne kadara mal olacak? Bütçemiz buna yetecek mi? Parası olmayanlar ne yapacak? Ortak endişeler bunlar.
Benim anladığım ve gördüğüm kadarıyla, çoğu insanın bütçesi böyle bir masrafa uygun değil. Uygun olanlar da böyle hiç hesapta olmayan (!) bir masraf konusunda isteksiz ve kararsız. Onlarda da “Şimdi nereden çıktı bu” havası hâkim. Gerçeklerle yüzleşmektense “Böyle iyi, bizim bina zaten sağlam” gibi ezbere sözler dolanıyor ortalıkta. Hatta “amatör mühendislik”te iş şu noktalara gelmiş: “Duvarlar yıkılır ama bina çökmez, kolonlar sağlam.” İnsan kulaklarına inanamıyor.
Depremin ciddiyetinin, daha acılar bu kadar tazeyken dahi anlaşılamamış olduğu, acı bir gerçek olarak karşımızda duruyor. Çaresizlik ve maddi imkânların yetersizliği
Pek çok tanıdığım, aile dostum, arkadaşım, deprem çantasını hazırladı, eğer tavan üzerine yıkılırsa ya da duvar üzerine devrilirse evin içinde hangi masanın altına girecek, nasıl canını kurtaracak onu prova ediyor. İyi değiliz.
“Geceleri uyumak giderek zorlaştı” dedi bir tanıdık. Elbette her gün ekranlarda tanık olunan acının yükü bu. Herkesin bir akrabası, tanıdığı bölgede. Herkesin aklı fikri elbette deprem bölgesinde, hayata tutunmaya çalışan cesur insanlarda. Ama İstanbul’da beklenen depremin endişesi de kendini artık göstermeye başladı.
İstanbul depremi, evet, yıllardır bekleniyor. Yeni değil. Daha önce 1999’da tecrübe de edildi, yaşandı ve eğer gerçekten İstanbul merkezli büyük bir deprem olursa neler olabileceğine dair herkesin bir fikri oluştu. Hepimiz gördük, hepimiz yaşadık, hepimiz biliyoruz. Ama 24 yıldır halı altına süpürüyoruz. Gerçekler artık daha fazla saklı kalamadı, geçen hafta Kahramanmaraş ve Adıyaman depremleriyle yeniden su yüzüne çıktı. İstanbul depreme nasıl hazır olacak?
Depreme uygun
Deprem felaketinin öğrencilerin eğitimine etkilerinin azaltılması amacıyla ortaya atılan “Uzaktan eğitim” konusunda İngiliz hükümetinin raporuna göz atmakta yarar var.
Uzaktan eğitim, yani online eğitim gene geldi gündeme oturdu geçen hafta. Sorunlarımızı, yurtlardan öğrencileri çıkarmadan, üniversitelerde yerinde eğitime ara vermeden halledebilir miydik tartışmasına girmeden, biraz öğrencilerin durumuna odaklanmak istiyorum. Kovid-19 döneminde İngiltere’de yaşanan uzaktan/online (yani çevrimiçi) eğitim tecrübesinden geriye kalanları sizinle paylaşmayı düşündüm. Birleşik Krallık hükümetinin hazırlattığı etki raporu, 12 Temmuz 2021 tarihinde hükümetin web sitesinde yayınlanmış. Başlığı “Pandemi sırasında öğrenim: İngiltere araştırmasının analizi.” Hükümetin yaptırdığı söz konusu araştırmada yer alan bilgi ve istatistikler, eğitimin ve öğrencilerin uzaktan eğitime nasıl hazırlıksız yakalandığını ve uzaktan eğitimin özellikle hangi konularda akademik seviyeyi ve öğrencilerin psikolojisini etkilediğini ortaya