ABD’de yönetim değişti. Birtakım hazırlıklar açıklanıyor. Ama bu arada kriz de derinleşiyor. Üstelik küresel etkilerinin ağırlaşacağı anlaşılıyor. Herhalde 1929-30 krizinden sonra yüzyılın en derin ve sıkıntılı kriziyle boğuşuluyor.
Geçen hafta Wall Street Journal’da çıkan bir yazıda (Harold Cole ve L. Ohanian imzalı) ABD hükümetinin (tıpkı 1933-1936 arası New Deal’da olduğu gibi) depresyonu uzattığını yazıyordu. O politikaların devlet müdahalesini esas alarak bir yandan işsizlere iş yaratmaya çalışırken, diğer yandan iş ve finans dünyasında reformlar ele aldığını ve ekonomiyi canlandırmaya çalıştığını biliyoruz.
1930-1932 döneminde ortalama çalışma saati 1929’a göre yüzde 18 düşmüştü. 1933-1939 arası ise (yani New Deal döneminde) işçilerin ortalama çalışma süresi yüzde 23 daha düşük hale gelmişti. Hatta şöyle ifade edelim; kişi başına tüketim geçmişe göre yüzde 27 düşmüştü.
1929 krizinden çıkış
Fakat bu arada çok önemli değişimler gerçekleşti. 1933 itibariyle verimlilik hızla arttı. Fiyat düzeyi hep istikrarlıydı. Reel faiz oranları çok düşük olduğu için likidite de bolluk içindeydi. Böylece 1935’te hava değişti ve 1937’de canlanma gözlenmeye başladı. Buradan canlanmanın çok
Biz ekonomistleri görüp de döviz kurunu sormayan olmaz. Sokakta, lokantada bizi gören herkes “Hocam yazılarınızı ilgiyle okuyoruz. Ne olacak bu memleketin hali?” diye lafa başlayıp, sonra sözü döviz kuruna getiriverirler. Patronlar da farklı mı? Büyüğü küçüğü aynı!
Geçenlerde Milliyet’in yılın girişimcisi ödül gecesinde Doğan grubunun patronu Aydın Doğan da vardı. Beni görünce aklına döviz kuru geldi! Eh, “Kandıra’da hindiler ne âlemde” diyecek değil ya! “E hoca, ne olacak bu dövizin hali?” dedi. Biz de yanıtladık tabii. Kimse okurlarımdan ayrıcalıklı olmadığından onlara da aktarıyorum.
Önce bir anı. 2001 yılında bir holding beni ekonomik konularda danışmak için davet etmişti. O sırada kur 1.6 milyon TL’yi aşmıştı. Birçokları enflasyonu da üzerine koyuyor, yıl sonunda kurun rahatlıkla 2 milyonu geçeceğini hesaplıyordu. Ben ise o toplantıda “hayır” dedim. “Artık dalgalı kur sistemi var, kur enflasyona göre değil, döviz arz ve talebine göre belirlenecek”. Öyle de oldu.
Döviz arz-talebi
Bugün de öyle. Şu ara döviz kuru yüksek. Yani TL aşırı değer kaybetmiş durumda. Çünkü bu ara ne yoğun sıcak para girişi var, ne de tasarruf sahibi dövizini bozmak istiyor. Oysa dış açık bayağı
Geçen hafta Milliyet’te bir haber vardı. Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy gençleri gazete okumaya teşvik etmek için gazeteleri ücretsiz olarak dağıttıracakmış. Üstelik basın kesiminin içinde bulunduğu sıkıntıya da bir devlet desteği sağlanmış olacak.
Bizde de yapılabilir. (Oysa, aksine, bizim afili Başbakan “Okumayın” diyor). Ben de her yıl ilk derse girdiğimde öğrencilerime bir gazeteyi günlük olarak izlemelerinin yararlarını anlatırım. Basının yaşaması için ekonomik sorunlarının aşılması şart.
2007 yılında kâğıdın tonu 600 dolardı. 2008 Nisan’ında 900, Haziran’ında da oldu 1000 dolar. Bu arada kur düzeyi de değişti. Yani 1 ton kâğıt geçen yıl 708 TL iken, şimdi 1.610 TL olmuş. Artış iki mislinden fazla. Ama örneğin Milliyet’in fiyatı 30 kuruştan 40 kuruşa (yüzde 30 artışla) çıktı. Demek ki, ekonominin temel kuralı çalıştırılmadı!
Aşağıdaki tabloda sunulan İngiliz gazetelerinin sayfa sayıları Türk gazetelerinden daha fazla. Ancak pazar günleri 4 TL’yi aşan fiyat sayfa sayısıyla açıklanamaz! İngiltere’de gazetelerin okurları söğüşlediği söylenemeyeceğine göre, yanlış olan, Türkiye’deki fiyatlama.
Bütün dünyada basın tiraj kaybediyor. Geçen yıl ABD’de tiraj kayıpları yüzde 15-20
Milliyet 40 kuruşa satılıyor. Yani 20 Avrupa sentine ya da 25 ABD sentine. Diğer gazetelerin çoğu da 50 kuruş civarında. Cumhuriyet ise 75 kuruş. Çünkü başka türlü idare edemiyor. Peki, dünyada gazeteler kaça satılıyor? Bunun en az 3 katına! Çünkü gazetenin kâğıdı ile mürekkebinin maliyeti, üstündeki fiyattan fazla ediyor!
Peki bu fiyatlarla kâr elde etmek mümkün mü? Elbette değil. Bu durumda bir ekonomistin önereceği tek çözüm vardır: Verimlilik ile maliyetler aşağıya çekilemiyorsa, fiyatları yükseltmek. Aşırı rekabetten bu da mümkün olamıyorsa, batış kaçınılmazdır!
Peki, gazeteler zam yapamadığına göre, nasıl idare ediyorlar? Tabii, bulunmuş bir yol. Dayamışlar arkalarını reklam gelirlerine, o gelirle okuyucuyu sübvanse edip reklam dağıtıyorlar. Hani bazı Avrupa ülkelerinde ücretsiz gazeteler vardır ya, içi sırf reklam dolu. (9 Ocak’a kadar İngiltere’de yayımlanan Exchange and Mart). Bizimkiler de neredeyse öyle olacak!
Tabii bu bir çıkmaz yol. Haber alma araçlarının çeşitlendiği bir dünyada gazeteler bindiği dalı kesiyor. İçerikleri boşalıyor. Exchange and Mart basından çıktı, mecburen internete girdi.
Doğan grubunun durumu
Malum, basın sektöründe Doğan grubunun payı
Hükümet ne denli inkâr ederse etsin, IMF ile müzakerelerde sorun var. Bunun da kaynağında, öteden beri belirttiğimiz gibi, bütçe performansı bulunuyor. Geçen hafta açıklanan verilerden anladık ki, 2008 yılının son 2 ayında bütçe deşik olmuş.
Bu koşullarda 2009 bütçesi daha da berbat olabilir. IMF’nin de endişesi bu olsa gerek. Hem 2008’in son 2 ayı bütçe çok kötü yönetilmiş, hem de 2009 bütçesi hiç gerçekçi değil.
2009 yılında bütçe giderlerinin yüzde 16 artması öngörülüyor. Enflasyonun yüzde 5-6’dan fazla olmayacağı düşünülürse, harcamalarda oldukça önemli bir artışın hedeflendiği anlaşılıyor. Örneğin faiz dışı giderlerde artışın yüzde 17’ye yaklaşması bekleniyor. Demek ki, yüksek bir artış hedeflenmiş durumda. Belki bu hedef yatırımlarından kaynaklanıyor, belki de durgunluğun yahut özel kesimin harcamalarını kesmesi karşısında kamu destekli bir iç talep canlanması düşünülüyor.
Açık daralabilir mi?
Asıl en ilginci ise gelirlerdeki artış beklentisinin yüksekliği. Vergi gelirlerinde 2008’e göre yüzde 20’den fazla artış bekleniyor. Vergilerin dolaylı vergi ağırlıklı olduğu ve tüketimin tam bir çöküş içinde olduğu düşünülürse, bu oldukça hayalci bir hedef, yahut da beklenti.
Krizden çıkışla ilgili çeşitli farklı tezler konuşuluyor. Kimisi U-çıkışı olacak diyor, kimisi de V-çıkışı. Çıkışın birdenbire olacağını (V-çıkışı) ya da belli bir süreçte olacağını (U-çıkışı) savunanlar da aslında iyimserler. Çünkü bir çıkış ya da toparlanma beklentisi içindeler. Kimileri de birkaç çıkış denemesi olsa da gerçek çıkışın zaman alacağını düşünüyor. Bunlar da W-çıkışını savunanlar.
Tabii bir de karamsarlar var. Karamsarların bir kısmı L-sürecini savunuyor. Yani ekonominin uzun süre yatay gideceğine inanılıyor. Bu arada hangi noktada bulunduğumuz da önemli. Dibe geldik mi ki, çıkış sürecini konuşuyoruz? Belki daha iniş sürecek? Yani krizin en kötü noktasında olmayabiliriz. O zaman L-sürecinden bahsetmek için de erken olur..
Karamsarlara göre çıkış yok
Baştan belirtelim ki, kriz küresel nitelikli de olsa her ülke farklı çıkış senaryoları gösterecektir. Yüksek hasarlı ülkeler daha zor toparlanırken, dengeleri sağlam ve tedbirleri zamanında almış ülkeler daha çabuk nefes alacaktır.
Özellikle ihracatı yoğun ülkeler kuşkusuz küresel değişimden çabuk yararlanacaktır. Dış talep canlanınca ihracatçı ülke de hızla büyümeye başlayacaktır.
Diğer yandan, içeride yoğun
Çarşamba günü aralık ayı bütçe verileri açıklandı. Böylece 2008 yılına ait bütçenin resmi de ortaya çıkmış oldu. Gözümüze çarpan değişiklikleri sıralayalım:
2007 yılında seçimler nedeniyle bütçe disiplini gevşemiş, daha sonra ise toparlanmaya başlamıştı. Daha sonra 2008 yılında bunun derlenmeye çalışıldığını gözledik.
Ancak son aylarda bu dengenin yine bozulduğu anlaşılıyor. 2008 yılında bütçe açığı 2007 yılına göre bile yüzde 25’e yakın artmış. Buna bağlı olarak faiz dışı fazla da yüzde 4 azalmış.
Bu gelişmenin en önemli etmeni artan faizler değil. Aksine, faiz ödemeleri yüzde 4’ün altında artmış.
Asıl faiz dışı harcamalardaki artış yüzde 13 artış olmuş. Vergi gelirleri ise sadece yüzde 10 artmış. Bütçenin ikinci önemli gelir kalemi olan vergi dışı gelirlerin teşebbüs ve mülkiyet gelirleri alt kalemi ise yüzde 57 azalmış. Böylece aralık ayında bütçe dengesi yüzde 1614 büyümüş. Faiz dışı fazla ise yüzde 266 değişmiş. Özetle, 2008 yılında mali disiplinin sağlandığı söylenemez.
Seçim yatırımları başlamış
Bir insan herhangi bir hastalığa yakalandığında bunu çabuk atlatması için elbette yöntemler vardır. Ama hastayı anında ayağa kaldırmak çok tehlikeli olabilir. Hele bu hastalığın öncesi varsa. Hastayı koşturmaya kalkarsanız her türlü geçici takviye daha sonra hastanın büsbütün çökmesine neden olabilir.
“Ihlamur kaynat, içine bal ve viski koy, biraz da limon ekle, iç, yarım saat sonra zehir gibi olursun” gibisinden laflar kocakarı tavsiyesinden öteye geçmez. Her hastalığın normal ve bilimsel bir tedavi süresi vardır. Bunu bulmak ve uymak gerekir. Elbette bazı tedavi yöntemleri daha kısa sürebilir. Ama onların da farklı mahzurları olduğu unutulmamalıdır.
Türkiye ekonomisinin temel hastalığının “dış açık yaratmadan büyüyememesi” olduğunu bilmeliyiz. Dış açığın da ortaya çıkmasının nedeni Türkiye ekonomisinin bazı temel mallarda ithalata bağımlı olmasıdır.
Özellikle enerjide. Eğer 2009 yılında dış açık konusunda özen göstermeden daralma indirgenmeye çalışılırsa, 2010 yılında yine aynı sorunlarla, hatta daha büyük boyutlarda karşılaşılabilir. Dış açığın ya da dış borcun başka bir borçla kapatılması bu nedenle sadece günü kurtarmaktır.
Geleceğe bakmak
Açıkça belirtelim, IMF’den