Pazartesi sabahı yeni bir Ergenekon dalgasıyla uyandık. Tanınmış aydınların evinde aramalar yapılıyordu. Çoğumuz sivil demokrasiye müdahale olmasın, hukuk işlesin istiyoruz. Fakat hükümete de muhalefet hakkının korunmasını istiyoruz. Oysa Türkiye’de (kimisi jakoben gelenekten gelse de) ulusalcı aydınlar, kendilerini liberal olarak niteleyen kimi aydınlarca ve muhafazakâr iktidarca hunharca linç ediliyor. Çok yanlış.
Aynı görüşte olmadıklarımızın özgürlüklerin kısıtlanmasına nasıl göz yumabilir, hatta arzulayabiliriz. Bu ülkenin gerçek demokratları nerede?
Ergenekon davasını hâlâ çözemedik. Bu dava demokratik iktidarı darbeyle devirmek isteyenlere mi karşı, yoksa gayrimeşru iş yapan çetelere mi, yahut da her ikisini öne çıkarıp aslında iktidarın muhaliflerine aba altından sopa göstermesi mi? Giderek son olasılık güç kazanıyor.
Pazartesi günü Milliyet’te Adil Gür’ün yaptığı araştırma yayımlandı. Bu araştırma seçim sonrası yazdığımız yazıları onaylıyor. Son seçimlerde AKP ekonomik
AB’ye sunulacak Katılım Öncesi Ekonomik Program (KEP), revize edilmiş bir makroekonomik çerçeve olarak değerlendiriliyor. Aylardır 2009 yılına ilişkin ekonomik hedefler ya da tahminler gerçekçi olmaması nedeniyle eleştiriliyordu. Başbakan ise yüzde 4’lük bir hedefi gerçekçi bulmayan IMF’ye seçimlerde kükrüyor, daha düşük bir büyüme hedefine razı olmayacaklarını belirtiyordu.
Şimdi ne oldu? 2009 yılına ilişkin büyüme beklentisi birdenbire yüzde 3.6’lık bir daralma oluverdi! Üstelik daha IMF ile anlaşma filan da yapılmadan. Başbakan Erdoğan neden seçimlerde halka dürüstçe 2009 beklentilerini açıklamadı? Bu halkla dalga geçmek değil de ne?
İki gündür birçok meslektaşımız bu hedeflerin gerçekçi olduğunu yazıyor. Oysa biz aynı görüşte değiliz. Eski veriler o denli gerçekdışıydı ki, son hedefler göreli olarak makul gelmeye başladı. İşin doğrusu yeni hedefler de gerçekçi sayılamaz.
Yüzde 3.6 daralma iyimser
Birincisi, büyüme
Geçen hafta şubat ayına ilişkin ödemeler dengesi verileri açıklandı. Ocak ayında 254 milyon dolarlık dış fazla veren ekonomi, şubat ayında 343 milyon dolar fazla vermiş. Böylesi bir cari fazlanın da temel nedeni ithalattaki çöküş.
Geçen yıl ilk iki ayda 31 milyar dolara yakın ithalat yapılmışken bu yıl, neredeyse yarısı kadar, 16.9 milyar dolarlık ithalat yapılmış. Petrol fiyatındaki ve ithalat miktarındaki düşüş ile euro’daki değer kaybı dolarla hesaplanan ithalatın düşmesini sağlamış.
Şimdiye dek hep cari işlemler açığı verilir, bu da borçlanma ile kapatılırdı. Oysa şimdi tam tersi. Cari fazla var, finansman sorunu yaşanıyor. 2002-2005 yılları arası açıklar temel olarak sıcak para girişleri yahut portföy yatırımlarıyla, sonra hızla artan özel kesimin dış borçlanmasıyla kapatılmıştı. Tabii bir de 2005-2007 döneminde hızla artan doğrudan yabancı yatırımları oldu.
IMF’nin kapısı çalındı. Çünkü...
Ne ilginç! İki yıl önce sorun dış açıktı ve finanse edilebiliyordu. Şimdi dış açık yok ama finansman sorunumuz
Bazı olumlu gelişmeler birbirini izledi ve küresel mali piyasalarda oldukça belirgin bir düzelme gözlendi. Acaba krizin dibini gördük ve çıkış mı başladı? Emin değiliz. Aceleci olmamak gerek.
New York borsası (Dow Jones endeksi) mart ayı boyunca (tam 4 hafta) sürekli yükselme gösterdi. DJ Endeksi 6500 düzeyinden 8 bin düzeyine gelmiş görünüyor. Ocak ve şubat aylarında ABD’de enflasyon pozitif olarak gerçekleşti. Hatta ekonomik canlanmanın önemli işareti sayılan petrol fiyatlarında bile bir ölçüde artış gözlendi. Dolara talep azaldı ve dolar euro karşısında değer kaybetti. Altın fiyatları da geri çekilmeye başladı.
Bunun yanı sıra, ABD’de başlanan konut inşaatları ocak ayında 477 bin iken, şubatta 583 bin oldu. Otomotivde satışlar ocak ayında 9.1 milyondan şubat ayında 9.8 milyona çıktı. Sanayi üretimi ocak ayında yüzde 2.1 daralmıştı.
Cesur tedbirler
Şubat ayında daralma yüzde 1.5’e düştü. Hepsinden önemlisi, şubat ayında dayanıklı mal siparişleri yüzde 3.5 arttı. Bunların hepsi ABD’de
Obama, Türkiye’ye gelmeden önce Amerikan basınında çıkan haber ve yorumlara göre, İslam dünyasına buradan mesaj vermeyecekti. Konu iki gündür ülkemizde sürekli olarak tartışılıyor. Türkiye’nin laik ve demokratik modeline vurgu yaparak Obama, Türkiye’den İslam dünyasına bir mesaj verdi mi, vermedi mi? Bize kalırsa verdi. Bunu “vereceğim” demesi de yanlış olurdu.
Obama’nın Türkiye’yi öncelikle ziyaret etmesinin iki anlamı var. Birincisi, kampanyasında da belirttiği gibi, ABD Irak’tan çekilecek. Bu bakımdan Türkiye’ye çok ihtiyacı olacak. Bir yeni 1 Mart tezkeresi (ABD’ye göre “kazıkla”) ile karşılaşmamak için Türkiye ile ilişkileri ısıtılması son derece önemli.
İkincisi ve daha önemlisi, Başkan Obama yöntem olarak Müslüman dünyasıyla anlaşmazlıkları çatışmayla değil, müzakereyle çözmeyi denemek istiyor. Nitekim İran’la bile görüşmek istediğini kampanyasında belirtmişti. Bu açıdan da Türkiye’ye ihtiyaç
Önce G-20’yi açıklayalım. G-20 resmi bir örgüt değildir. Dünyanın en büyük 20 ekonomisinin bir araya gelmesidir. Hepsini bir araya getirdiğimizde dünya ekonomisinin yüzde 90’ını oluşturur.
Dünya ticaretinin ise yüzde 80’ini. Grubun içinde gelişmekte olan ülkelerden Hindistan, Çin, Güney Kore, Meksika gibi ülkeler de bulunduğu için G-20 toplam dünya nüfusunun üçte ikisini kapsıyor.
Kasım ayında küresel kriz patlak verir vermez G-20’nin zirve toplantısı olmuş ama pek bir şey çıkmamıştı. Birçokları bu zirveden de pek bir şey çıkmayacağı görüşündeydi.
Ancak 2-3 Nisan tarihlerinde Londra’da toplanan bu zirvenin iki hafta öncesinde merkez bankalarının bir araya gelmesiyle bir plan üzerinde anlaşılmıştı.
Zirve öncesi plan
Plan dört noktanın üzerinde duruyordu. Birincisi, dünya milli gelirinin yüzde 2’sine tekabül edecek bir talep desteğinin eşgüdümle uyarılması hedefleniyordu. İkincisi, bütün düzenleyici rejimlerin reformdan
Televizyonlarda genel olarak ekonomistler seçim sonuçlarını krizin etkilediğini savunuyor. Medyatik siyaset yorumcuları da buna karşı çıkıyor. Diyorlar ki, sanayileşmiş bölgelerde, yani işten çıkarmaların yoğun olduğu yerlerde pek farklı bir sonuç olmadı. Acaba?
Fakat ilk sorulması gereken soru şu: 1994 krizinden sonra 1995 erken seçiminde kriz etkili olmadı mı? Oldu deniyorsa, sürdürelim. O zaman koalisyonu oluşturan DYP ve SHP (daha sonra CHP) farklı sanayi illerinde değişik sonuçlar elde etmişti. CHP Adana ve Gaziantep’te daha fazla oy kaybetmiş, ancak Bursa, Denizli, İstanbul, Kayseri ve Kocaeli’nde daha az kaybetmişti. DYP ise Denizli ve İstanbul haricinde ki tüm sanayi kentlerinde daha fazla oy kaybetmişti. Demek ki, krizin daha etkili olduğu illerde siyasal eğilim bazen daha fazla, bazen de daha az etkili oluyor.
Gelelim 2001 krizine... DSP, Gaziantep ve Kayseri’de diğer illere göre daha az oy kaybetmişti. MHP ise Adana, Gaziantep ve Kayseri’de ortalamadan daha fazla oy kaybetmişti. ANAP, Bursa ve İstanbul’da daha fazla oy kaybetse de farklar az olmuştu.
Şimdi buradan
Bu sözün aslı, açlığın insana yanlışlar yaptırabileceğini belirtmek içindir. Dindar ve ahlaklı bir insan aç kalırsa yanlış yapabilir. Hırsızlık, yahut başka türlü suçlar işleyebilir. Ancak açlık insana suç bile işlettiğine göre, oy değiştirmeyi hayli becertir.
Türkiye’de bir kriz çıkmışken sosyal adaletçilerin (sosyal demokratlar) oylarını artırmaması olanaksız. Demek ki, ülkede muhafazakârlık yaygınlaşsa bile yoksulluk karşısında bu tutucu kesim rahatlıkla sola oy verebilir. Yeter ki, bir umut görsün.
Bir ülkede işsizlik hızla artıyorsa, hiçbir ciddi siyaset bilimci bunun siyasal sonuçlarının olmayacağını savunamaz. 2009 seçimlerinde kriz etkili olmuştur. Tıpkı daha önceki krizlerde olduğu gibi. Ancak seçmene oy vermemesinin nedeni sorulduğunda kolay kolay “Beni aç bıraktı” demeyeceğinden başka bahaneler ifade ediliyor olabilir. Araştırmacıların gerçek nedenle beyan arasındaki farka dikkat etmeleri gerekir.
İç talep çöküşü
Çok ciddi bir krizin içinden