Nasıl rahatladım, nasıl keyiflendim, tahmin edemezsiniz...
Demek tek dolandırılan ben değlmişim;
Bizim üstad Bekir Çoşkun’u da ayaküstü kazıklamışlar.
Hem güldüm hem de bu dünyadaki tek “saf adam”ın ben olmadığını öğrenince, yanımda oturan Dünyanın En Güzel ikinci eşi; Meltem Hanım’a dönüp;
“Bak gör, bir de bana söyleniyordun. Hükümeti yazılarıyla titreten, onca baskıya, tehdite rağmen düşüncelerinden de söylemlerinden de en küçük bir ‘taviz’ vermediği için o gazeteden o gazeteye ‘hazan yaprağı’ gibi savrulan ve en sonunda Cumhuriyet’e ‘demir atan’ koskoca Bekir Çoşkun’u bile götürmüşler” diye “hava” atıp, rövanşı almanın mutluluğunu yaşadım.
Efendim olay şu:
Ayvalık Cunda’da, Bekir Bey, benimki gibi çok sevgili eşleri Andrea Hanım‘ın yanında olmadığı bir gün kumsalda yürürken yanına bir adam yanaşır.
Sevimli bir şekilde, “Biz sizinle adaşız” diye başlar muhabbete.
Bekir Çoşkun ünlü bir köşe yazarı ya; adamı kendisine hayran okurlarından biri zanneder, “Ya sizin de adınız Bekir mi, memnun oldum” der.
Başlarlar yan yana kumsalda yürümeye...
Adam anlatır da, anlatır. Bir süre sonra da, “Bir ricam var” der.
Bekir Çoşkun, adamın bir imza isteyeceğini düşünüp, “Rica ne demek, memnuniyetle” der.
Adam bunun üzerine, elinde zorlukla taşıdığı büyükçe torbadan çıkarttığı bir kavonoz dolusu balı, Bekir Çoşkun’a uzatıp, “Afiyetle yiyin. Yenge Hanım’a yedirin. Çok şifalıdır, hakikidir” der, ardından da ağır torbayı eline tutuşturuverir.
Bekir Çoşkun, “Yok canım... Olmaz... Rica ederim...” dese de fayda etmez.
Bal ticareti yapan, okuru-adaşı Bekir(!) çok kararlıdır.
Bakar ki, olacak gibi değil, “O zaman parasını vereyim, asla kabul etmem. Kaç kilo var burada?” diyerek cüzdanını çıkarır.
Balcı Bekir, “6 kilo, ama önemli değil” sözlerinden sonra, yazar Bekir Çoşkun’un cüzdanından çıkardığı üç adet yüzlük ve bir elliliği; toplam 350 lirayı tereyağından kıl çeker gibi gözle-kaş arasında cebe indirip, sarılıp öper. “Fazla eder ama, o da bizden olsun” deyip gözden kaybolması bir olur...
* * *
Bekir Çoşkun, şaşkındır. Eve dönüp elindekileri mutfağa koyar.
Ancak sevgili eşi Andrea Hanım kavanozlardaki “bal”ın, bal olmadığını, kaynatılarak mucun kıvamına getirilmiş “şurup” olduğunu söyleyince, şaşkınlığı öfkeye dönüşür.
Saf saf, ismini öğrenmek için “adaşız” diye “zarf atan” adamın tezgahına düşmüş;
Kandırılmış...
Dolandırılmıştır...
* * *
İnanmıyorsunuz değil mi?
Yalanım varsa, “nah, böyle olayım...”
Hiç merak etmeyin şahitlerim de var:
Yargıtay Emekli Başsavcısı Vural Savaş, Ege-Koop Genel Başkanı Hüseyin Aslan, Eski Milletvekili-Sanatçı-Ozan Faruk Demir, Cumhuriyet Gazetesi Ege Bölge Temsilcisi Serdar Kızık ve çok Sevgili Eşim Meltem Hanım...
Onlar da kulaklarıyla duydu...
Ayvalık Cunda’da “tufaya” gelen, “Arıza yapan” o Bekir Çoşkun, sadece o son lafı etmeyecekti...
Bütün keyfimi kaçırdı, gecenin de içine etti.
Çünkü, beni Pasaport’ta, denize nazır çayımı yudumlarken “çarpan” uyanık hala elini kolunu sallayarak dolaşıyor.
Ama Bekir Çoşkun, başına geleni farkettikten sonra, olan-biteni twitter’e döşenmiş.
Ünlü ya... Hayranı çok ya...
İki gün geçmeden adı sahte Bekir olan, sahte bal pazarlayan adamı, okur hayranları iz sürüp polise teslim etmişler.
Yemek sonunda Bostanlı Altın Balık’tan ayrılıp arabaya binince; Sevgili Eşim Meltem Hanım fırsatı kaçırmadı.
“Bak Bekir Bey’i, iyi niyetinden, insanlara olan güveninden yararlanıp kandırmışlar. Ama, o yakalatmış... Sen O’nu bile beceremedin!..”
Ah be Bekir ağabey, beni önce kurtardın. Ama işin finalinde yerin dibine gömdün...
Bunu bana etmeyecektin...
Vural Savaş’tan bir fıkra
Kızının kara kara düşündüğünü gören anne, sormuş; “Neyin var kızım?”
“Cihan benimle evlenmek istiyor anne, o yüzden böyleyim...”
Anne şaşkın; “Belanı mı arıyorsun kızım; çocuk yakışıklı, zengin, tahsilli, iyi bir ailenin çocuğu, bak seni de seviyormuş, ben senin yerinde olsam hemen ‘evet’ der, hatta şuracıkta zil takar oynardım...”
Genç kız, “Ama anne o inançlı değil, ateist. Cehennem bile yok diyor...”
Anne başlamış gülmeye...
“Kızım tek derdin bu olsun. Sen hele bir evlen, bir tarafta ben, öte yanda sen, o Cihan denilen adam cehehhem var mı, yok mu görür o zaman. Hatta inanmakla kalmaz, cenneti aramaya başlar!..”
İnsanlığın malı: Dr. Refik Bey...
Doktor Refik Bey Bandırma Vapuruyla 19 Mayıs’ta Samsun’a çıkanlar arasında ve Mustafa Kemal Paşa’nın doktorudur.
Cumhuriyet kurulmuş..
Osmanlı’nın 600 yıl kaderine terk etmiş olduğu Anadolu, üstüne bir de savaşlarla baştan sona harabe hâlinde...
Para yok, yol yok, su yok..
Bu yoksulluğa bir de yüzyıllar boyu sürmekte olan tıbbın tanıdığı en korkunç hastalıkları katalım:
Cüzzam, frengi, trahom, verem, sıtma...
Mustafa Kemal, doktoru Refik Beyi Sıhhat ve İçtimâi Sıhhat Vekili (Sağlık ve Sosyal Hizmetler Bakanı) yapar.
Refik Bey, Doğu’yu, Güney Doğu’yu kemiren hastalıklarla mücadele etmek için görevlendirilir.
Dr.Refik Bey de acil olarak “Refik Bey” adı verilen bir plan yapar.
Güvendiği doktorları bu yörelere gönderir, bunlardan biri de babamdır.
O’nun bana anlattıkları:
Akla gelen her tür güçlük vardı; bir kere, para yoktu, yol yoktu, su yoktu. Arazi korkunç derecede dağlık ya da çöldü, Ancak atla, katırla gidilebiliyordu.
Plan gereği, sıhhiye neferlerinden 4’erlik gruplar oluşturduk. Bazı guruplara da tüfek verdik. İşimiz, katırlar sırtında, genellikle Almanya’dan çoğu hibe olarak gönderilen ilaçları dağ köylerine ulaştırmaktı.
Tüfekleri niye dağıttık; çünkü bu mücadelemizde sıhhiye neferlerinin karşılarında şeyhlerin adamlarını çıkıyordu.
Doğu’da hüküm süren bu derebeylerin, bu şeyhlerin astığı astık, kestiği kestikti. Kendilerini her derde devâ gösteren bu kanlı derebeylerin karşısına tıp ilmi, ilâç ve doktor çıkınca halkın gözünden düşmekten korkuyorlardı.
Sonuç:
Sıhhiye takımlarımız pusuya düşürülüyor, katırlar ve ilaçlara el koyup imha ediyorlardı. Neferleri öldürüyorlardı.
Bugün bu gerçekleri görmeyen ya da görmemezlikten gelmek isteyen bazı gözler ve kendilerini fazilet sahibi sanan kişilere bir çift lafım var.
Şeyh Sait ve Dersim dosyalarından önce bu kayıp sıhhiye neferleri dosyalarını, şeyhlerin, halkları nasıl aldattıklarını, onları ilâç ve dermansız bıraktıklarının dosyalarını açınlar.
Sıhhiye kollarını savunmak için gönderilen jandarmaları nasıl katlettiklerinin hesabını sormalılar...
Babam anlatmaya devam ederdi:
Halk hastanelerin ve bizim evin kapısına dayanmıştı; “Dohtur beg... Derman, derman” diye inliyorlardı. Yalnız hastalar değil, yarası beresi olanlara kapıda annemin yaralarının üstüne oksijenli su boşaltmasını beklerlerdi. Büyük bir korku ve kargaşa yaşanıyordu.
“Otoklav ve lizol”, o zamanlar öğrendiğim kelimelerdir.
Otoklav; mikroplu, pis giyim eşyalarını kızgın buharla temizleyen özel kazanlardır.
Lizol; elleri temizlemek için kullanılır. Evde büyük şişeler içinde bulurdu. Babam eve her dönüşte âdeta lizolla yıkanırdı.
Evde, özellikle mutfakta rafların üzerinde, içinde un, pirinç, şeker dolu olan, boşlarıyla oynadığım bir karış çapındaki teneke kutuların, sıtmaya karşı ilâç olan kinin kutuları olduğunu da sonradan öğrendim.
Babamın avuç avuç kinin dağıttığını hatırlarım.
Çalınmaması için babamın evde tavanlara kadar sıraladığı renkli, cicili bicili kutuların üzerinde Neo-Savarsan yazdığını, bunun da frengi ilâcı olduğunu da sonradan öğrendimÖ
Türkiye Cumhuriyeti Ordusu, askeri, bu kere hastalıklara savaş açmıştı.
Dr.Refik Bey plânıyla kısa sürede sonuç alınmaya başlandı.
İlk on yılda hastalıklarda gözle görülür bir azalma oldu.
Günümüzde bu hastalıklar artık kötü bir rüya olarak anımsanıyor...
Bugün adı silinmek istenen Doktor Refik Saydam, kuruluş hâlindeki Türkiye Cumhuriyeti’nin kahramanlarından biridir.
İsmini değil silmek; büstleri yapılmalı, gerekli kentlere konulmalıdır.
Bir büstünün de, bu adı silmek isteyenin penceresinin karşısına yakışır diye düşünüyorum...
Halzk Tarcan’a bu anısını paylaştığı için teşekkürler...
* * *
Ne yazık ki, Dr. Refik Saydam Hifzısıhha Merkez Başkanlığı’nın, “yapılanma” adı altında bu günlerde başlatılan süreçte Türkiye Halk Sağlığı Kurumu’nun içinde hizmet vermesi kararlaştırılmıştır.
Bu; Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu ve O’nun kuşağından bilim adamları ile sürdürülegelen tüm değerlerin hızla yok edilmesinin önemli adımlarından birisidir.
Cumhuriyetimizin kuruluş yıllarındaki kahramanlarımızdan biri olan Dr. Refik Saydam adı korunmalı, kollanmalı ve mutlaka yaşatılmalıdır diye düşünüyorum.