Bugün 18 Mart 2012...
Yaşanmış bir öyküyle, Pazar gününüzü işgal etmek istiyorum.
Bu yaşanmış öyküyü aktaran, Sayın Dr. Ömer Musolu 85 yaşında ve halen İstanbul Moda’da yaşıyor.
Dinlediğimde tüylerim diken diken olmuştu.
İnanmayacaksınız ama dakikalarca gözyaşlarımı tutamadım.
Dr. Ömer Bey, 1957 yılında İstanbul Tıp Fakültesi’den mezun olduktan sonra, ihtisas yapmak üzere ABD’ye gider.
Görev yaptığı hastanede başından o kadar ilginç bir olay geçer ki, ne o unutabilir, ne de anlattığı onlarca, yüzlerce insan.
Kendi anlatımıyla ilginç olay şöyle:
Amerika’ya gittiğim ilk yıllar...
New York’da Medikal Center Hospital’da görev almıştım. Kan almak, kan vermek, serum takmak gibi islerdi... Yeni gelmiş doktorlar hemen doğrudan hasta muayenesine, tedavisine verilmiyordu.
Boş zamanlarımda laboratuarda çalışıyordum. Bir gün bir hastaya gittim.
Yaşlıca bir adam, tahminen yetmiş beş yaşlarında...
“kan alacağım kolunuzu açar mısınız?” dedim.
Adamcağız kanserdi ve ayni zamanda kansızdı. Kolunu açtım,
Baktım pazusunda Türk bayrağı dövmesi var. İlgimi çekti, sormadan edemedim:
“Türk müsünüz?”
Kaslarını yukarıya kaldırarak ‘hayır’ manasına bir işaret yaptı.
Ama ben hala merak ediyorum.
“Peki, bu kolunuzdaki Türk bayrağı nedir?”
“Aldırma öylesine bir şey işte” dedi.
Ben yine ısrarla:
“Fakat benim için bu çok önemli, çünkü bu benim vatanımın bayrağı, benim bayrağım...” dedim..
* * *
Bu söz üzerine gözlerini açtı.
Derin derin yüzüme baktı ve mırıltı halinde sordu:
“Siz Türk musunuz?”
-”Evet Türk’üm”
Gözlerime tanıdık bir göz arıyor gibi baktı.
Anlatmaya başladı:
“Yıl 1915. Çanakkale diye bir yer var Türkiye’de.
Orada savaşmak üzere bütün Hıristiyan devletlerden asker topluyorlardı.
Ben, Avustralya Anzaklarındandım.
İngilizler bizi toplayıp dediler ki:
‘Barbar Türkler Hıristiyan dünyasını yakıp yıkacaklar. Bütün dünya o barbarlara karşı cephe açmış durumda. Birlik olup üzerlerine gideceğiz. Bu savaş çok önemlidir.’
Biz de inandık ve savaşmak isteyenler arasına katıldık.
Beynimizi yıkayan İngilizler Türklere karşı topladığı askerlerin tamamını Çanakkale`ye sevk ediyorlardı.
Bizi gemilere doldurup Mısır’a getirdiler, orada birkaç ay talim gördük, sonra da bizi alıp Çanakkale’ye getirdiler.
* * *
Savaşın şiddetini ben ilk orada gördüm. Denize düşen gülleler suları metrelerce yukarı fışkırtıyor, gökyüzünde havai fişekler geceyi gündüze çeviriyordu.
Her taarruzda bizden de Türklerden de yüzlerce gencecik insan can veriyordu.
Fakat biz Türklerdeki gayret ve cesareti gördükçe şaşırıyorduk. Teknolojik yönden çok üstün olduğumuz gibi sayı bakımından da fazlaydık.
Peki, onlara bu cesaret ve kuvveti veren şey neydi?
Başlarda zannediyordum ki İngilizlerin bize anlattığı gibi Türkler barbarlıktan böyle saldırıyorlar.
Meğer bu barbarlıktan değil, yüreklerindeki vatan sevgisinden kaynaklanıyormuş.
Biz karaya çıktık.
Taarruz ediyoruz, bizi püskürtüyorlar.
Tekrar taarruz ediyoruz, bizi yine püskürtüyorlar
Derken, böyle bir taarruzda başıma yediğim bir dipçik darbesiyle kendimden geçmişim.
Gözlerimi açtığımda kendimi yabancı insanların arasında buldum.
Nasıl korktuğumu anlatamam.
Bize Türkleri barbar, vahşi kimseler olarak tanıttılar ya...
Ama dikkat ettim, bana hiç de öyle bakmıyorlar, yaralarımı sarmışlar.
Kendime gelince çantalarındaki yiyeceklerinden ikram ettiler bana.
Biliyorum ki onların yiyecekleri çok azdı. Bu haldeyken bile kendileri yemeyip bana ikram ediyorlardı. Şok oldum doğrusu.
Kendi kendime dedim ki;
“Bu adamlar isteseler beni su anda öldürürler ama öldürmüyorlar, beni doyuruyorlar.”
Yine isteseler hemen çıkartma yaptığımız yerde öldürebilirlerdi.
Hâlbuki beni cephenin gerisine götürdüler.
Biz esirlere misafir gibi davranıyorlardı. Bu duygularla “yazıklar olsun bana” dedim.
Böyle asil insanlarla ben niye savaşıyorum, niye savaşmaya gelmişim?
“Bu İngiliz milleti ne yalancıymış, ne kadar Türk düşmanıymış” diyerek pişman oldum.
Bu iyiliğe karşı ne yapsam diye düşündüm durdum günlerce.
Nihayet bizi serbest bıraktılar. Memleketime döndüm.
İşte memlekette Türk milletini ömür boyu unutmamak için koluma bu Türk Bayrağı dövmesini yaptırdım. Bu bayrağın esrarı bu işte.’
Ben, dolu gözlerle bakarken devam etti:
“Talihin cilvesine bakın ki o zaman ölmek üzereyken yaralarımı iyileştirerek sıhhate kavuşmama çaba sarf eden Türklerdi.
Şimdi de Amerika gibi bir yerde sonra yine iyileşmem için çaba sarf eden yine bir Türk...
Ne garip değil mi?
Amerika`ya gelirken bir Türk ile böyle karşılaşacağımı hiç tahmin etmezdim.
Siz Türkler gerçekten çok merhametli insanlarsınız. Bizi hep kandırmışlar, buna bütün kalbimle inanıyorum.”
Bu sözlerin ardından nemli gözlerle “Bana adınızı söyler misiniz?” dedi.
“Ömer” cevabini verdim.
Merakla tekrar sordu:
“Peki niçin Ömer ismini vermişler sana?”
- “Babam Müslümanların ikinci halifesinin isminden ilham alarak bana Ömer adini vermiş” dedim.
- Senin adın Müslüman adı mı?
- Ben, ‘Evet, Müslüman adı’ deyince yüzüme baktı, doğrulmak istedi.
Dolu gözlerle yüzüme bakarak dedi ki:
“Senin adın güzelmiş. Benim adım şimdiye kadar Josef Miller’di. Şimdiden sonra ‘Anzaklı Ömer’ olsun.”
“Olsun” dedim.
- Peki hekim, beni Müslüman eder misin?
Müslüman olmak zor mu?
Şaşırdım, nasıl da birden bire Müslüman olmaya karar vermişti?
Meğer o bunu hep düşünüyormuş da kimseyle konuşup soramadığı için gerçekleştirememiş.
‘Tabi’ dedim. ‘Müslüman olmak kolay.’
Sonra kendisine imanın ve İslam’ın şartlarını anlattım, kabul etti.
Hem kelime-i Şahadet getiriyor, hem de ağlıyordu. Mırıldandı:
“Siz Müslümanlar tespih çekersiniz, bana da bir tespih bulsan da ben de yattığım yerden tesbih çekerek Allah’ı ansam olur mu?”
Sonrasında bir tespih bularak kendisine getirdim. Hasta yatağında tespih çekiyor, biz de tedavisiyle ilgileniyorduk.
* * *
Bir gün yanına gittiğimde samimi bir şekilde rica etti:
‘Beni yalnız bırakma olur mu?’
- Ne gibi Ömer Amca?
“Ara sıra gel de bana İslam’ı anlat! O sözleri duydukça kalbim ferahlıyor.”
O günden sonra her gün yanına gittim, bildiğim kadarıyla dinimizi anlattım.
Fakat günden güne eriyip tükeniyordu.
Kaç gün geçti tam hatırlamıyorum, hastanenin hoparlöründen bir anons duydum:
“Doktor Ömer, lütfen 217 numaralı odaya gelin!”
Hemen yukarı çıktım.
Ömer Amcanın odasına vardığımda gördüğüm manzara aynen şöyleydi:
Sağ elinde tespih, açık duran sol kolunun pazusunda dövme Türk bayrağı, göğsünde imanıyla Anzaklı Ömer son anlarını yaşıyordu.
Hemen başucuna oturdum, kendisine kelime-i şahadet söylettim, o şekilde kucağımda ruhunu teslim etti... Ne yalan söyleyeyim ağladım, ağladım, ağladım...
* * *
İşte Çanakkale böyle bir zaferdi.
Galip gelenin de, kaybedenin de çok şey kazandığı bir savaştı.
Şehitlerimizin ruhu şad olsun...
Onlar canlarıyla kanlarıyla bu vatanı savunmamış olsalardı, bugün ne ben, ne siz, ne de çocuklarımız bir Türk olarak Türkiye’de yaşıyor olamayacaktık.
NOT:
Sizlerden kısa bir süre ayrı kalacağım.
Bir iş gezisi nedeniyle Amerika’da olacağım.
Konserve yazmak hem tarzım değil, hem de sevmediğim için, yazılarıma bir hafta zorunlu ara vereceğim için gerçekten üzgünüm.
Dönüşte yine birlikteyiz.
Hoşçakalın...