Kraliçe Elizabeth’in öne çıkan özelliği, dünyanın eli en kanlı imparatorluğunu, sevimli bir olgu haline getirmesidir. Liberal Emperyalizm ideolojisi, bugün onun şirinliği, hatta zararsız saray entrikaları sayesinde, yerini bir reformizm masalına bırakmış bulunuyor.
Bir kraliçe değil de bir kral tahtta oturuyor olsaydı, belki de İngiltere 19’ncu yüzyılın büyük bir bölümüne yayılan 250 savaşla 178 ülkede 700 milyon kişiyi egemenliği altında tutmak için döktüğü kanları bu kadar kolay gizleyemezdi.
“Bu kadar kolay” ifadesinden, bu savaşların bu ülkelerdeki bu insanlar için kolay olduğu sonucu asla çıkartılmamalı. “’Şiddet” İngiliz İmparatorluğu’nu ayakta tutan ve başka imparatorlukları yok etmesini sağlayan ana unsurdu. Bugün saraylarda, katedrallerde, pembeli-eflatunlu tüller, jübilelerle, geçit törenleri ile anlatılan “uygarlık öyküsü” gerçekte milyonlarca bağımsızlık yanlısının katledildiği katliamları örtüyor. Meşruti bir monarşide, tacı kafasında
İran’ın diplomatik hataları o kadar büyük, o kadar çok ki, hangi birinden söz edeceğini şaşırıyor insan. İran Dışişleri sözcüsü Said Hatipzade’nin yumurtladığı son incilerden biri, Türkiye’nin muhtemel Suriye sınır temizliği harekâtını ülkesinin desteklemediğine ilişkin. İran’ın bu kararının gerekçesi de, kararın kendisi kadar ilginç: Meğer İran, anlaşmazlıkların çözümünde diğer ülkelerin topraklarında kuvvet kullanılmasına karşıymış!
Bunu duyunca, otomatik olarak İran Devrim Muhafızları Ordusu’nun (İDMO) Irak ve Suriye’de birlik bulundurduğuna asla inanmaz, İsrail ve ABD’nin bu birliğin komutanlarını Irak ve Suriye’de geyik avlar gibi vurup öldürdüğünü düşünemezsiniz. Öyle ya, Tahran hükumeti bir taraftan diğer ülkelerin topraklarında kuvvet kullanılmasına karşı çıkacak, öte yandan İki yabancı ülkeye (Lübnan’ı da katarsanız, üç yabancı ülkeye) İDMO birlikleri ihraç edecek! Olmaz öyle şey...
Tutarsızlık bu kadarla kalsa yine iyi.
Türkiye Yunanistan’ı tehdit etmiyor.
Ve “Türkiye gerçekten blöf yapmıyor” demek, Biden’ın eteklerine kapanıp ağlayarak bir şey elde edemezsiniz demektir.
Yunanistan çok değil 2015’te, Yeni Demokrasi Partisi’ni defedip, yerine Radikal Sol Koalisyonu (Syriza) hareketini getirdiğinde, ülkenin başına 1919’dan beri bela olan üç aile (Papandreu, Karamanlis ve Miçotakis) geleneğinin artık sona erdiği sanılıyordu. Ama Syriza ortaklarının aralarındaki anlaşmazlık, orta yolcu partisini götürüp aşırı sağa yamalayan Kriyakos Mitsotakis’e hiç beklemediği başbakanlık yolunu açtı.
Syriza lideri Aleksis Çipras, kendisinden önceki hükumetlerin ülkeyi eşiğine getirdiği iflastan kurtuluş yolunu, işletilebilecek kamu ve yerel yönetim yatırımlarını, bazı batı ülkelerine kiralamakta bulmuştu. Kriyakos Mitsotakis ise daha kestirme bir yol keşfetti: Ülkesinin limanlarını ABD’ye askeri üs olarak vermek!
Bir diğer husus Miçotakis’in Ege Adaları’nı da inanılmaz bir hızla askeri üs haline getirmesidir.
Yunanistan&rs
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Benim için Miçotakis artık yoktur” dediği konuşması, Atina gazeteleri için geç bir saatte geldi. Internet medyası, haberciliği 24 saat kesintisiz süren bir uğraş haline getirdiyse de gazeteler tüm dünyada hâlâ bir gün önceden hazırlanıyor; gece basılıp sabah bizlere sunuluyor.
Dolayısıyla, Erdoğan’ın bomba sözleri, ajanslardan gazete editörlerinin önüne akmaya başlayınca, hazırlıklar durduruldu; mevcut manşetler atıldı, yerine, her gazete kendi meşrebine göre yeni bir manşetle, Erdoğan’ın sözlerini okuyucularına ilettiler. Başbakan Miçotakis’in aşırı sağcılıkla aşırı halk dalkavukluğunu birbirine karıştırmasına karşı çıkanlar, Türkiye’nin iyice küstürüldüğünü belirterek, hükümeti dolaylı olarak kınadılar. Kendisi halk dalkavukluğu ile ticaretin yolunu bulanlar, Türklerin savaş çığlıkları attığını öne sürdüler. 1919 yılından beri yayınlanan Katimerini gazetesi ise “Erdoğan köprüleri attı” başlığıyla, güya
Dünyanın en çok Rembrandt tablosu koleksiyonuna sahip Amerikalı milyarder iş adamı Thomas Scott Kaplan ile Fransa’nın “yaşayan en büyük filozofu” Bernard-Henri Lévy bir araya geliyorlar ve Amerikan kapitalizminin İncil’i Wall Street Journal’a NATO’nun genişlemesi fikrini savunan ortak bir makale yazıyorlar. Yazının ana fikri ne olabilir dersiniz? “ABD’nin DAEŞ’e karşı müttefiki” diye niteledikleri PKK uzantılarını Türkiye’nin “muhtemel bir katliamından” korumak!
Bu iki “büyük” düşünür, Baltık ülkeleri, NATO, Ukrayna, Putin meselelerinden YPG-PKK savunmasına nasıl sıçrıyorlar diye merak etmeye gerek yok; çünkü bağlantı onların zihninde çok açık: Türkiye PKK-YPG’ye ceza vermek için NATO’nun genişlemesini şantaj unsuru olarak kullanıyor.
Çağımızın modern iletişim araçlarının başında gelen Internet dergisi türünün seçkin örneklerinden Politico’da Yale Üniversitesi profesörlerinden Bruce Ackerman, Baltık
İsveç ve Finlandiya ile, onların kayıtsız şartsız NATO’ya katılmasını isteyen ABD ve Almanya ile NATO Genel Sekreteri, Norveç eski başbakanı Jens Stoltenberg demeç üstüne demeç veriyorlar Türkiye’yi ikna etmek üstüne! Hiçbirinden, özellikle NATO’nun Batı Avrupalı üyelerinin hiçbirinden, Kandil’den sonra en kalabalık PKK-PYD-YPG nüfusunu barındıran İsveç’ten, Irak’ın ve Suriye’nin bölünmesi fikrinin ABD’den sonra en büyük şampiyonu Finlandiya’yı terörizm hamiliğinden vazgeçmeye ikna yönünde bir kelime duymadık.
ABD’nin, Yunanistan ile NATO’nun saldırıya uğrayan bir üyenin topluca imdadına koşmayı öngören meşhur 5’inci maddesinin dışında, ne gibi “düşmanlara” karşı ne gibi taahhütler öngördüğü bilinmeyen bir “özel ittifak anlaşması” imzalamış olması, ittifakta yapısal bir değişime sebep oldu. Türkiye’ye karşı bu denli hasmane, hele uyarıldıktan sonra bu denli katı bir ısrar içinde olan bu
İran Dışişleri Bakanı Hüseyin Abdullahiyan, İran parlamentosunda “Türkiye, uluslararası su yollarının seyrüsefer dışı kullanımları anlaşmasına taraf olsaydı onları dava edecektik! Ama şimdi sorunu görüşmeler yaparak çözmek zorundayız” dedi. Bir konuşmada ne dostluğa ne kardeşliğe sığan bu kadar şeyi bir araya getirmek başarıdır!
İranlı bakanın sorun dediği şey, Dicle ve Aras nehirlerinin suyundan yararlanma (veya daha çok oranda yararlanma) talebidir. İran gerçekten son 10 yıldır bölge ülkelerinin hemen hepsinden daha çok kuraklık çekiyor. Ne var ki, Ortadoğu Araştırmaları Merkezi Su Programı Uzmanı Dr. Tuğba Evrim Maden’in belirttiği gibi, bu sıkıntının gerçek sebebi, İran hükumetinin yanlış yönetimi. Önemli merkezlerin su sorununu çözmek için başka illerin kaynaklarını kullanmaya başlayan İran hükumeti, bu illerde de su sıkıntısına sebep oldu. Başka bir deyişle, sorunu halletmek yerine, tersine, genişletti ve bütün ülkeye yaydı.
Uluslararası teamüllere göre, bir ülke bir nehre ne kadar su katkısında
Dost tabii. Hatta dost ve kardeş. Her ne kadar Türkiye ile İran 16, 17 ve 18’inci yüzyılları çeşitli savaşlarla geçirmiş iseler de İran’da tahtı ele geçirmiş olan Kaçar hanedanı ile 1821-23 arasında bir dizi mini savaştan sonra, aramızda hep dostluk, hep barış oldu. Farslar ve Türkler, Araplardan sonra İslam uygarlığını benimsemiş ve ona kendi karakterlerini kazandırmış iki ulus. Farsça, dilimize Arapça ve Fransızcadan sonra en çok kelime ithal ettiğimiz dil. Can, canan, abdest, namaz, bahçe, bülbül… Hepsi bize Fars edebiyatının armağanı.
Bu kaynaşma o kadar derin ve etkileyici olmuştur ki başka İslam beldelerinde Sünni-Şii ayrımı can alan kavim kavgalarına dönüştüğü halde, Fars milleti ile Türk milleti arasında bu farklılık basit bir “farklı meşrep” olarak görülmüştür. Birçok İslam ülkesinde evliliğe engel olarak görülen bu farklılık, Anadolu ve İran ferasetinde, lafı bile edilmeyen bir husus olarak, vicdanlara gömülmüş ve orada bırakılmıştır.
Ve bu hiçbir zaman, Türkiye ve