Avrupa Birliği Konseyi, yarın Çekya’nın başkenti Prag’da, AB dışişleri bakanlarını resmi olmayan bir toplantı için bir araya getiriyor. Tabii konu, Ukrayna’daki Rus işgali ve onun sebep olduğu yaptırımlar, ambargolar, barış çabaları.
AB’nin ilk şekli, Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) 1958’de kuruldu. Başbakan rahmetli Adnan Menderes, ertesi yıl üyelik için başvurdu. AET, yeni siyasal entegrasyona kavuştuktan sonra, 1987’de Türkiye başvurusunu yineledi. Yani sonuç itibariyle, 63 yıldır bu başvurunun olumlu cevaplanmasını bekliyoruz. Resmen söyleyeceksek, hala da umudumuz var. Kişisel düşüncemi sormayın!
6 ülkeyle yola çıkan bu kurum, Sovyetler Birliği’nin bir parçası olmaktan daha dün kurtulmuş ve o günden beri siyasal-ekonomik çalkantıları bitmemiş olan 20 ülkeyi de tam üye olarak kabul etti. Şu ülke girdi, şu ülke çıktı şeklinde bir AB üyeliği tarihçesi sunmak istemem ama şu anda Kuzey Makedonya, Karadağ, Arnavutluk, Sırbistan, Ukrayna, Gürcistan ve Moldova, bizimle birlikte kapıda bekliyor.
AB’nin
Biz Türkler, Pakistan’ın eski başbakanı İmran Han’da bir Menderes, bir Demirel -hadi çekinmeyeyim, bir Erdoğan- gördüğümüz için midir, yoksa Pakistan’daki 1980, 1995 ve 1999 darbelerini hatırladığımız, Zülfikar Ali Butto’nun idamı ile kendi demokrasi şehitlerimiz arasında bağ kurduğumuz için midir, kriketten anlamadığımız halde, Pakistan’ın kriket yıldızı İmran Han’ı sevdik. Hem de çok sevdik.
Pakistan, Hint Yarımadası’ndaki Müslümanların Hindulardan ve Budistlerden ayrı bir ülkesi olması talebiyle başlayan ayaklanmalardan sonra bölgeyi işgalinde tutan İngiltere’nin bir gece yarısı kararıyla kurduğu 15 Ağustos 1947’den bu yana hiçbir başbakanın beş yıllık görev süresini sonuna kadar tamamlamadığı bir ülke. Genel valiler, cumhurbaşkanları, genelkurmay başkanları 1953’ten bu yana sayısız darbeler yaptılar; hükümetleri ve parlamentoları feshettiler. Orgeneral Ziya ül Hak, ülkede anayasanın mimarı, eski cumhurbaşkanı, başbakan Zülfikar Ali Butto’yu astırdı. Pakistan halkı bu cinayetin intikamını
ABD’nin eski başkanı Donald Trump, insan başkan olunduğunda Amerika’nın da kralı olur sanıyordu. Adamın, yargılanmakta olan Amerikalı bir rahibin Türkiye tarafından iadesini isterken, “Bir gecede Türkiye’yi mahvederim!” hamakatı hala belleğimizde.
Türkiye’yi mahvedemedi ama kendisi mahvoldu: ABD’de başkanların ikinci bir 4 yıl için seçilmesi oldukça otomatik sayılırken, 46 başkandan sadece 11’i ikinci kez seçilemedi. Trump bunlardan biri. Üstelik karşısındaki aday, emekli bir senatör olduğu halde. ABD’de senatörlerin başkan seçilmesi de çok nadirken, Demokrat aday Joe Biden, 78 yaşında ABD’nin en yaşlı başkanı olarak Trump’ı yenmeyi başardı.
Yapılan soruşturmalar ve hazırlanan iddianameler, Trump’ın, başkanlığı bırakmamak için ABD parlamentosunu bir kalkışma ile bastırarak üyelerin kaçmasını sağlayıp, kalan birkaç kişinin oyu ile seçimi geçersiz ilan ettirmek gibi, dünya tarihinde hiç görülmemiş bir darbenin hazırlığını yaptığını gösteriyor. Tam da Trump’a göre bir
ABD, Sovyet işgalini kırmak için kendisi müdahale edemezdi çünkü Sovyetlerin o tarihte eski gücünü ne kadar koruduğunu bilmiyordu. Oysa Aralık 1979’da Sovyetler Birliği, 1988’de başlayacak çözülmenin neredeyse eşiğindeydi. ABD, daha sonra Suriye’de Rusya ile askeri ittifak anlaşmasını yok sayarak ülkeye asker çıkarttığı gibi, aynı şekilde Sovyetler’in Afganistan’daki kukla hükümetine aldırmadan, ülkeye asker çıkartabilir ve Afgan halkının Ruslarla iş birliği yapan hükümete karşı kesimine yardımcı olabilirdi.
Ama ABD ve İngiltere bunu yapmadılar; Mısır’dan ve birçok Ortadoğu ve Afrika ülkesinden işsiz (ve umutsuz) gençleri ücretli mücahit olarak toplayıp, elleriyle El Kaide ordusunu kurdular; Sovyet işgaline karşı direnişi başlattılar. Bu arada zaten radikalleşmiş olan Afganistan ve Pakistan’ın Müslüman halkı, Taliban adıyla siyasal İslam hareketi içinde örgütlendi; ABD-İngiliz istihbaratının yardımıyla da Afganistan’da iktidarı ele geçirdi.
Bütün bölgeye
"Ne işimiz var Libya’da?" Bu sorunun cevabı, tarihsel-kültürel ögelerden bağımsız olarak verilemez belki ama ABD Jeolojik Araştırmalar Merkezi’nin 8 Nisan 2010 tarihli raporunda yer alan bilgiler çerçevesinde, stratejik bir analizle aranabilir.
Raporda, “Dünyanın en büyük doğal gaz yataklarından birinin Doğu Akdeniz’de Kıbrıs, Lübnan, Suriye ve İsrail arasında kalan bölge olan Levant Havzası’nda bulunduğu, miktarın 3.45 trilyon metreküp doğal gaz ve 1.7 milyar varil petrol olarak tahmin edildiği belirtiliyordu. O tarihte, uluslararası tartışmalara bakacak olursanız ne Türkiye ne de Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti bu havzada değil kuyu açmak, sismik arama bile yapamazdı. Neden? Çünkü AB’nin tartışmasız, sıkıca savunduğu teze göre, Rodos (ki üzerinde kiliseden çok cami, Hristiyan mezarından çok Müslüman mezarı vardır) ve Meis (ki Kadıköy’ün yarısı genişliğindedir) adalarının, tıpkı Türkiye veya İtalya gibi (yani bir ülkenin ana karası gibi) karasuyu, kıta sahanlığı ve kendine özgü ekonomik
Bir aklı evvel, Yunan gaz şirketiyle İtalyan gaz dağıtım firması Edison’ın ortak girişimi olan IGI Poseidon şirketinin, İsrail ve Mısır’da çıkartılacak doğal gazlarla, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Akdeniz’in doğusunda yapacağı aramalarda bulması muhtemel rezervleri birbirine eklerseniz, 2 bin kilometre uzunluğunda bir boru hattının yapım, bakım ve işletme masraflarını karşılayacağını ortaya attı. 2013 yılında ortaya atılan projenin olgunlaştırılması, 6 yıl aldı. Bu süreç sırasında, boru hattının inşasına Fransa’nın da katılması sağlandı. O zamanki İsrail başbakanı Binyamin Netanyahu, ABD dışişleri bakanı Mike Pompeo, İtalya başbakanı Giuseppe Conte, Kıbrıs Cumhurbaşkanı Nikos Anastasiadis ve tabii kambersiz düğün olmayacağı için, Yunan Başbakanı Kiryakos Miçotakis, bu gibi işlerde Yunanistan’ın sorgusuz-sualsiz yanında duran Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen, 2 Ocak 2020’de görkemli bir törenle Poseidon Boru Hattı anlaşmasını imzaladı. Milyonlarla ifade edilen katkı paylarına dair açıklamalar havalarda uçuşuyordu. Herkes birbirine sarılıyor, bu muazzam
Bir konuda beyan edilen fikir, bu yazının başlığındaki kadar muğlak ise ve belirsizlik içeriyorsa, o ifadeye “fikir” denilebilir mi? Ama Rusya kadar fikriyle zikri arasında çok büyük uyumsuzluk olan bir ülkeden söz ederken ne kadar realist, gerçeklerle örtüşen bir fikir beyanı mümkün olabilir ki?
Arap Birliği üyeleri, Suriye ile aynı dili konuşan, hatta ortak tarih ve coğrafyaya sahip ülkeler bile kendilerini Suriye’de işbaşındaki hizipten uzaklaştırmaya çalışırken, dünya üzerinde bu ülkenin “dost ve müttefik” sayabileceği tek ama tek ülke sizinkiyse, elinizde kendi ülkenizin stratejik çıkarlarını gözetmenizi sağlayan birçok manivela var demektir. Sadece kendi stratejik çıkarlarınızı gözetmekle kalmazsınız, aynı zamanda Suriye’nin kendi kendisini hançerlemesi anlamına gelen tutarsızlıklarına da bir son verilmesini sağlayabilirsiniz.
Suriye’nin toprak bütünlüğünün devamı, Suriye halkının olduğu kadar Rusya’nın da çıkarınadır. Çünkü Suriye
Sanırım 2000’den sonra doğanlar pek hatırlamaz ama yeni bin yıla insanlık, Sırpların Kosova’da Müslüman Arnavutlara karşı insanlık dışı savaşıyla girdi. Sırbistan’ın kanlı diktatörü Slobodan Miloseviç’in emriyle, bu savaşta 30 bine yakın Kosovalı katledildi, 2 milyon kişi evini ya da yurdunu terk edip, Bosna ve Arnavutluk’a sığındı. “Sırp kasabı” diye adlandırılan Miloseviç, yargılandığı Lahey Savaş Suçları mahkemesinde mahkûm edileceği gün, hücresinde ölü bulundu.
Eski federal Yugoslavya’da Kosova, Sırbistan içinde özerk vilayetti Yugoslavya parçalanırken. Kosovalılar da, diğer bütün etnik gruplar gibi, bağımsızlıklarını istedi. O sırada ABD’nin başında uluslararası ilişkilerden çok, kendi zevk dünyasındaki ilişkilerine yoğunlaşan bir başkan, Bill Clinton vardı ve bu yüzden Yugoslavya’nın parçalanmasının getirdiği felaketlerle AB liderleri, özellikle de İngiltere Başbakanı Tony Blair ile Dışişleri Bakanı Robin Cook ilgileniyordu.
“İlgileniyordu” kelimesi esasen durumu