Güngör Uras

Güngör Uras

guras@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Dünyaya “büyük devlet”ler hâkim oluyor. Osmanlı, büyük devletti. Eridi. Büyüklüğünü kaybetti. 100’üncü yılı nedeniyle tekrar gündeme gelen Birinci Dünya Savaşı, Osmanlı‘nın büyük devletliği kaybetmesini tescil etti.
Büyük devlet olmanın şartı “ekonomik güç”tür. Ekonomik gücü olmayan devletin “büyükler sofrasında” sözü geçmiyor. Osmanlı, ekonomik gücünü kaybedince, büyüklüğünü de kaybetti. Osmanlı’nın devamı olan Türkiye Cumhuriyeti önce kapısının önünü süpürdü, evinin içini düzeltti. 1929 Krizi’nin altında ezilmemek için tedbirler aldı. Birinci Sanayi Planı’nı uygulamaya koydu. Ondan sonra da bulunduğu bölgeyi bütünüyle büyük devletlerin hâkimiyetine bırakmamak için “dış politika”ya önem verdi. Cumhuriyetçiler, Osmanlı’nın politikalarını tümüyle yok saymadı. Osmanlı’nın portföyünü değerlendirerek Türkiye’yi ”büyük devletler” yanında “orta büyüklükte devlet” olarak konumlandırmayı hedefledi. Hiç olmazsa bölge politikalarında söz sahibi, etkili bir devlet konumu çabası içine girdi.
Bir ülke kendi kendine “Ben büyük devletim” deyince “büyük devlet” olamıyor. Ekonomik gücünün zayıflığı nedeniyle Büyük Devletler Kulübü dışında kalan bir ülke, “orta büyüklükte devlet” olarak büyük devletler yanında oyuna nasıl girebilir? Hiç olmazsa bölgesinde ülkesinin menfaatlerini nasıl koruyabilir? Bölgesinde nasıl etkinlik kazanabilir?

Barlas ve Güvenç...
Dilek Barlas ve Serhat Güvenç’in “Türkiye’nin Akdeniz Siyaseti (1923-1939) Orta Büyüklükte Devlet Diplomasisi” (Koç Üniversitesi Yayını, Şubat 2014, 288 sf.) isimli araştırmada, Osmanlı’dan sonra, Cumhuriyet döneminin başında Türkiye’nin “orta büyüklükte devlet” diplomasisinin hikâyesi veriliyor. (Chicago Üniversitesi’nde yapılan araştırmanın orijinal metni 2010 yılında ABD’de İngilizce olarak “The Paradox of Middle Power Diplomacy” başlığıyla yayımlandı.)
Araştırmada, Birinci ve İkinci Dünya savaşları arasındaki dönemde Türkiye’nin, “orta büyüklükte” bir devlet özelliğini öne çıkararak, “kapasitesinin sınırlarının bilincinde” bölgesinde, (özellikle Balkanlar’da) etkin olmaya nasıl çalıştığı anlatılıyor.
Türkiye’nin o yıllardaki politikalarını değerlendiren yabancı diplomatlara göre “İmkânları kısıtlıydı. Fakat diplomasisinin niteliği, Türkiye’yi orta büyüklükte bir devlet konumuna taşıyordu.”

Bağımsızlık önemli
Bu dönemde Türkiye diplomatik bağımsızlığını özenle korudu. Diplomatik köprüler kurarak, önce Balkanlar’da ve daha sonra Akdeniz’de ayrılıkları aşmayı hedefledi. Güçlünün yanında yer almaktan, bölgeye hâkim olmaya dönük saldırgan saflaşmalardan uzak durdu.
Fakat yerleşik inanışın tersine iki dünya savaşı arasındaki dönemde Türkiye uluslararası siyasette, ”büyüklük“ iddiasına girmeden,“orta büyüklükte“ bir devlet kimliğini ortaya çıkararak gerçek anlamda “aktif” rol oynadı.
Türkiye’nin arayışı Avrupa Devletler Sistemi’ne katılmaktı. Bu bir anlamda “Avrupalı” kimliği arayışıydı. 1932 yılında “Milletler Cemiyeti”ne kabulünden sonra güveni artan Türkiye, bölgede düzen kurucu, ”bölgesel güç” olmaya çalıştı. 1934 Balkan Paktı, Balkanlar’da sözü geçen bir ülke olarak ortaya çıkmasına yol açtı. Ne var ki büyük devletler, kısa süre sonra Balkan ülkelerinde hâkimiyeti ele geçirdi. İkinci Dünya Savaşı öncesi Türkiye’nin İngiltere ve Fransa’ya yaklaşması, bu iki büyük devlet ile İtalyan tehdidine karşı “ittifak” imzalaması, bağımsız “orta büyüklükte devlet diplomasisi” döneminin sonu oldu.
“Tarih tekerrürden ibarettir” derler ya... Günümüzde de benzer gelişmeler yaşanıyor. Balkan ülkelerine yeniden yakınlaşma arayışına giren, Türki devletlere ilgi gösteren Türkiye, bu ülkelerin büyük devletlerin hâkimiyetine girmesiyle umut kırıklığına uğradı. Şimdilerde bölgesel güç olarak İslam dünyasındaki, doğu sınırındaki ülkelerle kurulan köprülerin büyük devletlerce ele geçirilmesi sonucu, oyun dışına itilmişliğin şaşkınlığı yaşanıyor.